Gezi Parkı’nda yaşanan olaylar tüm dünyada makes
buldu. Ancak, yalnızca meselenin içine girmeyerek, dışarıdan gözlemlemeyi tercih eden
kimseler süreci analiz etme imkanı buldular. Sürecin bir tarafına dahil olarak
yorum yapmaya çalışmanın, karşıt argümanlardan birisine sizi mahkum ettiği bir
demde yapılabilecek en akıllıca işi yapmaya çalıştım ve bu karşıt argümanların;
yahut meselelerin temelinde ne yattığının peşinden koşmamayı tercih ettim.
Sürecin taraflarından birisi, olayların temelinde on seneye mütecavizen Türkiye’yi
yöneten iktidarın su-i istimallerini ve su-i muamelelerini görmekteyken; karşıt
cephe olayların temelinde dış destekli bir kaos yaratma çabasını gördü. Bizim
gibi, meseleleri ancak bir vatandaşın sahip olabileceği kadar malumata sahip
olarak değerlendirmeye çalışanlar için bu direnişin çıkış sebebini epidemik
kabullerden sıyrılarak yapmanın imkansızlığı ortada. Bu sebeple aşağıda yer
alan yazının alakasını teksif ettiği noktanın, hareketin sebebinden ziyade
karakteristiğine ve katılanlarının motivasyonuna yönelik anlama ve izah çabası
olduğunu belirtmeliyim.
Alaturka’ya Karşı Kollektif Bir Cuius Regio Müdafaası
Olarak Gezi Parkı Direnişi[1]
Reformasyona
destek veren ve büyük oranda protestanlaşan Prag’a Habsburg İmparatoru’nun
katolik bir vali ataması; Avrupa’yı on yıllar sürecek bir mezhep savaşına
sürüklemişti. Katolik valiyi reddeden Prag asilleri ve halkı, valiyi vilayet
konağının penceresinden atarak, protestan bölgesine katolik müdahalesini fiilen
reddetmişlerdi. Bu olay zaten kıvılcım bekleyen bir potansiyeli harekete
geçirdi ve Avusturya’dan İsveç’e, Danimarka’dan Fransa’ya kadar bütün Avrupa’yı
içine çeken bir kaosa sürükledi. Mezhep savaşlarının Avrupa’da sekülerleşmeyi
intac eden bir süreç olduğuna yönelik yaygın, ancak yanlış bir kabul vardır.
Aslında mezhep savaşları Avrupa’da mezhep esasına dayalı teritoryal bir ayrım
ile neticelendi[2]. Otuz yıl savaşlarına son veren
Vestfalya Barışı “Cuis Regio, Eius Religio” (Bölgeyi idare eden dini belirler)
prensibi ile bu büyük kaosa son verdi. Bu prensibin rekonstrukte ettiği
Avrupa’da artık lokal iskanı belirleyen unsur; vatandaşlık esası değil, dini
aidiyet haline gelmiştir. Artık katolik beylerin ve piskoposların yönettiği
bölgelerde protestan; protestanların yönettiği bölgelerde ise katolik unsurlara
tahammül edilmeyecektir. Öyle ki Zürih’te 1810 tarihinde yapılan nüfus sayımı,
Orta Avrupa’nın bu büyük kentinde “kerhen tahammül edilen” 480 katolikten başka
katoliğin yaşamadığı gerçeğini ortaya koydu[3]. Bu
duruma Vestfalya Şekillendirmesi adını verirsek yanlış bir isimlendirmede
bulunmamış oluruz.
Vestfalya
Şekillendirmesi’nin en önemli sonucu, dili ve kültürü birbirinin aynı olan
halkın mezhep ve yaşam şekli esasına dayalı olarak hakimiyet bölgeleri
oluşturmaları; bu hakimiyet bölgeleri arasındaki interaksiyounun ve ticari
ilişkilerin neredeyse sıfır seviyesine inmesi olmuştur. O kadar ki sözkonusu
ilişkiler 20. Yüzyılın sonlarına değin tam olarak tesis edilmemiş, okullarda
farklı mezhepten öğrenciler aynı sınıfları dahi paylaşamamıştır. Bu ayrım ile
alakalı verilebilecek misaller sayılamayacak kadar çok. Söz konusu misallerin
yekununun ortaya koyduğu gerçek ise, teritoryal tefrik vasıtasıyla her iki
cenahın kendilerine iktidar sahasından ziyade yaşam tarzlarını taciz edecek her
türlü rahatsız edici unsurdan ayıklanmış yaşam alanları açması olarak karşımıza
çıkıyor. Söz konusu tefrikat Avrupa’nın pluralist yaşam alanları
yaratabilmesini geciktiren bir amil olarak karşımızda duruyor. Bu sebeple bu
ayrımı, bölgesel iktidar yaratmaktan ayırarak “Konfesyonel Yaşam Alanı”
yaratmak çabası olarak isimlendirmek istiyorum.
Bu
noktada şu ilaveyi de yapmakta fayda görüyorum: Her ne kadar Cuius Regio Eius
Religio, Avrupa’da farklı inanç gruplarının tehcirinin ilk örneği değilse de;
kendisinden önce meydana gelen hareketler ile arasında temel karakteristik
farklılıklar göstermektedir. Kutsal Roma Cermen İmparatoru IV. Karl döneminde
Nürnberg şehrinde yaşayan museviler, pazar alanı açılması bahanesiyle
Nürnberg’ten sürülmüş, büyük çoğunluğu ise yakılarak katledilmiştir. Ancak
sözkonusu katl-i amın din-mezhep kaynaklı bir ayrışma sebebiyle meydana
gelmemiş olması ve ekonomik amillerin İmparator’u böyle bir fiile sürüklemiş
olması, iki hadise arasında paralellik kurulmasını imkansız hale getiriyor.
İkinci örnek olarak karşımıza çıkan Kastilya-Aragorn ittifakı sonrası
İspanya’da meydana gelen yahudi ve müslümanların tehciri ve katl-i amı hadisesi
ise karakteristik olarak dini motifler taşıması itibariyle benzerlik taşımakla
birlikte; kültürel ve ırki farklılıklar, hakimiyet tekeli tesisi çabası ve
iktidar merkezinin bir olması gibi özellikleri ile farklılıklar arzetmektedir.
Şaşırtıcı bir şekilde, yukarıdaki örnekleri "Konfesyonel Yaşam Alanı"
ile izah edemezken, Gezi Parkı olaylarında ortaya konan refleksi tam olarak bu
tavır ile paralel görüyorum.
Gezi Parkı’nda “Konfesyonel Yaşam Alanı” Mücadelesi
ve Kollektif Cuius Regio’nun İhlali Algısı – Alaturka ile Hesaplaşma Alanı
Olarak Taksim
2013
Haziranı’nda Taksim Gezi Parkı’nda meydana gelen olaylar sosyal analiz
melekelerimizi zorlar tarzda gelişti. Zira kullanılan argümanların çokluğu,
bilgiden ziyade epidemiye dayalı kitlesel oryentasyonlar ve taleplerin
belirsizliği, bizlere hareketin karakteristiği hakkında yorum yaparken kesin
konuşamamak gibi bir durumu dayattı. Taksim’deki hareketin birlik arzeden
kitlesel bir hareket olduğunu söyleyemez hale geldiğimi farketmem ile beraber,
hareketin bireylerden oluşan “bireysel” merkezli bir hareket olmadığına da
hükmettim. İlk başlarda zihnimizi allak bullak eden çeşitlilik, bir süre sonra
kendisini kollektiflerin isyanı olarak ortaya koymaya başladı. Bu noktada
Taksim’e çıkan insanları, diğerlerinin takip etmelerindeki temel motivasyonun
ne olduğunu sorgulamamız gerektiği tebarüz etti.
Maurice
Halbawchs, kendisi tarafından literatürümüze sokulan “kollektif hafıza”
kavramını izah ederken bir noktaya dikkat çekmekte: Esasen hiç birimiz yek
başımıza birer birey değiliz[4]! Yek başımıza birey
olmamızın önündeki en önemli mani ise, meseleleri, eşyayı ve çevremizi
değerlendirirken; ister istemez dahil olduğumuz kollektiften bize tevarüs eden
kabuller ve yorumlama kalıplarıdır. Halbwachs bu kalıpların ve kabullerin bir kollektif
hafıza meydana getirdiğini ve her biri sıfırdan başlamak durumunda olmayan
bireylerin bu kabuller ve algılar vasıtasıyla çevresine anlam yüklediğine
işaret etmekte. Halbwachs’ın bu katkısı, Gezi Parkı olaylarını değerlendirmekte
bizlere ışık tutacaktır. "Kollektif Hafıza"ya ek olarak Jan
Assmann'ın "Kültürel Hafıza" olarak isimlendirdiği kavrama da atıfta
bulunmalıyız. Assmann, her ne kadar üzerinden binlerce yıl da geçse,
piramitlerin Mısır'a sunduğu tarihsel bilgiyi "Kültürel Hafıza"
olarak adlandırırken, kültürel hafızamızın en uzun soluklu hafıza olduğu
gerçeğini göz önüne seriyor. Bir yapıdan yola çıkarak, bir tarih ve kültür
okuması yapabiliyor olmamız, bize Nietzsche'nin "aslında tarih bilimine
ihtiyacımız yoktur. İhtiyacımız olan, tarihi verilerden yola çıkarak
tanımlamalar yapmamızdır." sözünü haklı gösteriyor.
Olayların
başladığı ilk günlerde çevremde bulunan kimselere Gezi hadisesine bakışımı şekillendiren bir soru yönelttim; bu
sorudan yola çıkarak Gezi Parkı olayları’nı yorumlamak istiyorum: Gezi Parkı
değil de örneğin Gülhane Parkı bir tebeddüle maruz bırakılmak istenseydi, Taksim’e
çıkan kitle yine aynı boyutta bir tepki ile mukabele edecek miydi? Şahsi
kanaatim, Gülhane Parkı’nın surları ile birlikte yerle bir edilmesi halinde
dahi bu oranda bir reaksiyona yol açmayacağı yönünde idi. Bu kanıya varmamda
müessir olan şeyin "Gezi Parkı"nın da içinde bulunduğu Taksim Meydanı’nın
kollektif ve kültürel hafızada sahip olduğu yer olduğunu belirtmeliyim.
Pera,
içinde gayr-ı müslim tebanın yoğun olarak meskun olduğu bir yer olarak Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e tevarüs etmesinin yanında, İstanbul’un kültür-sanat ve eğlence
merkezi olarak kabul edildi. Bu kabulün pek çok besleyicisi olduğu muhakkak.
Ancak bu kabulü besleyen tüm öğelerin Alaturka’lıktan çok uzak olduğunu
belirtmemiz gerekir. Pera’nın İstanbul içinde kendine has mimarisi ve müslüman
Türk insanı için haddinden ziyade seküler yapısı; Pera’yı Türk’ün nazarında
adeta bir başka memleket haline getirdi (Belki de zaten hep başka bir memleket
idi). Bu itibarla Tünel’den Şişli’ye kadar bir hat şeklinde uzanan bölge
kollektif hafızamızda yaratılan Cuius Regio, Eius Religio’da seküler olana ait
bir mahal olarak yerini aldı. Oysa aynı bölge, pek çok gayr-ı müslim için bir
dini merkez hüviyetini taşımakta. İstanbul’un günümüzdeki demografik yapısı ile
değerlendirdiğimiz vakit anlam vermekte zorlanacağımız bu ibadethane dağılımı,
aslında okuyabilen kimseler için İstanbul’un tarihi serüvenini gözler önüne
sermekte. İstanbul kendi Vestfalya Şekillendirmesini kendi içinde sessiz ve
yazılı olmayan kurallara göre çoktan gerçekleştirmiştir. Artık kendisini
Alaturka kültüre ait hissetmeyen İstanbullu için, dışarıdan herhangi bir
tazyike maruz kalmadan kendisini ifade edebileceği ve yaşam sürebileceği bir
yerdir Pera. Cihangir batılı tarifle kendisini tanımlayan sanatkarların
toplanma yeri, Ülker Sokak ise eşcinsellerin adı konmamış gettosu haline
gelmiştir. Bu kabul adeta İstanbul’da yaşayan Türk ile, kendisini Türklüğe ait
hissetmeyen arasında yapılmış zımni bir anlaşma gibidir. Bu şuurlu mu şuursuz
mu olduğu anlaşılamayan tefrik için, zaten “Karşı Taraf” anlamına gelen Pera
kelimesi ile adlandırılmış olan bir bölgeden daha münasip bir yer
düşünülemezdi. Şahsi kanaatim, İstanbul’un umumhane semti olarak Karaköy’ün
iştihar etmiş olmasının da, bu gayr-ı metlu anlaşmanın bir neticesi olduğu
yönünde. Pera’nın nereden hareketle karşı taraf olarak adlandırılabileceğinin
kopyasını ise Yahya Kemal Beyatlı’nın Koca Mustafa Paşa şiirinde bulmak mümkün.
Beyatlı, Pera’nın tam olarak karşı tarafında yer alan Suriçi’nin bir semti olan
Koca Mustafa Paşa semtini mücessem Türk Kültürü olarak nazarlara vermekte:
Koca Mustâpaşa!
Ücrâ ve fakîr İstanbul!
Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz
…..
Serviliklerde
sükûn, yolda sükûn, evde sükûn. Bu
taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak…
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sâde maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk’ün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri.
Yahya Kemal’in bu tarifi Pera’nın
eğlence kültürü ile yanyana getirmesi mümkün olmayan bir karakteristiği gözler
önüne sermekte. Denilebilir ki Yahya Kemal İstanbul’un Cuius Regio, Eius Religio
uyarınca hangi kriterlere göre tasnif edildiğini Koca Mustafa Paşa’dan yola
çıkarak tek taraflı olarak tarif etmekte. Yahya Kemal’in diğer taraf’ı tarifi
ise “Aziz İstanbul” kitabında yer alan “Ezansız Semtler” fıkrasındadır. Şu
halde kollektif hafızalarda Pera’nın Alaturka değerler tarafından tahdid
edilmemiş yaşam tarzları için Taksime
Cami yapılması fikri ortaya atılması ile birlikte büyük tartışmaları
beraberinde getirdiği muhakkaktır. "Alaturka İstanbullu"nun bu tartışmayı anlamakta zorluk
çekmesinin en önemli sebebi yukarıda değindiğimiz zımni teritoryal anlaşmayı
realize edemiyor olmasındandır. Öyle ya, yıllardır tekrar edilen bir
epidemiye göre yüzde 99’u müslüman olan bir ülkede cami, hem de camiye ihtiyaç
olan bir yerde kimleri neden rahatsız etsindi ki? Oysa yapımı teklif edilen
cami ile birlikte, Cuius Regio, Eius Religio uyarınca kendi hakimiyet alanlarına
terkedilmiş olması gereken bölgeye bir müdahalede bulunulduğunu kabul eden
Pera’lı[5] kendi yaşam alanı iktidarı için
direnmeyi ihmal etmeyecekti. İşte bu direncin kuvveden fiile çıkışının zirvesi kanaatimce Gezi Parkı direnişi hadisedir.
Muhafazakar
bir Türk tarafından idare edilmek durumunda kalmış olan Peralı’nın kendi
regulasyonunu yapamama sıkıntısı çekerken, bir katolik tarafından idare edilmek
durumunda kalan devin Prag ahalisinden farklı hissetmediğini söylersek, çok da
iddialı bir yorumda bulunmuş olmayız. Madem Pera, yüzyıla mütecaviz
“Peralı”larındır, öyle ise Pera üzerindeki tasarruf yetkisi de yalnız
Peralılar’a ait olmalıdır. Emek Sineması, Atatürk Kültür Merkezi tartışmaları,
Eğlence mekanlarına kısıtlamalar, Pera hayatının vazgeçilmezi Alkol ile ilgili
düzenleme ve bunun gibi misaller; bence genel kabulün aksine yaşam alanına bir
müdahaleden ziyade konfesyonel yaşam alanının bir saldırıya uğradığı algısı ile
mukabele buldu. “Mesele sadece Gezi Parkı değil!” söylemi ile kendisini dışa
vuran bu algının aslında yaşam şeklinin baskıya maruz kaldığı kabulünden
ziyade, lokal iktidar alanına bir tecavüz algısı olarak makes buldu. Burada, bu
tehlike algısına sahip olan kimselerin bireysel olarak istedikleri gibi yaşamak
ile ilgili kaygıları olduğunu düşünmüyorum. Zira bunu intac edecek herhangi bir
sebep olmadığı kanaatindeyim. Ancak kollektif olarak sürdürdürkleri gayr-ı
Alaturka hayat tarzının yok olması ile ilgili kaygılar taşındığını söylemek
mümkün. Kollektif aidiyetin neden bu derece önemsendiği ile ilgili yorumuma geçmeden
önce bir ekleme yapmak durumundayım.
Yukarıda
bulunduğum yargının Gezi Parkı Direnişi’ndeki temel motivasyon olduğu
kanaatindeyim. Öte yandan bu resme uymayan grupların Taksim’deki varlığı
yukarıdaki kabulün ilk etapta kabul edilmesini zorlaştırabilir. Zira ilk başta
da belirttiğimiz üzere bir bütünlükten mahrum bir direniş hareketi olarak pek
çok farklı grubu barındıran bu hareket; Peralılar’ın haricinde marjinal
grupların da dehaleti ile gerçekleşti. Ancak marjinal olarak
adlandıramayacağımız; bununla birlikte Peralı olarak da niteleyemeyeceğimiz
grupların varlığı, yukarıdaki yargının akabinde izaha muhtaç hale geliyor. Bu
gruplardan ikisinin yukarıda Peralılar olarak adlandırdığım grup ile paralellik
arzeden karakteristiklerine değinmek istiyorum.
Gezi
olaylarının adından en çok söz ettiren gruplarından birisi hiç şüphesiz sosyal
olaylar karşısında verdiği tepkiler ile tanınan Çarşı taraftar grubu oldu.
Çarşı grubu ile birlikte diğer bir takım taraftar grupları da Taksim’de
kendisini gösterdi. Peki bu grupları Taksim’e çıkartan ve burada polis ile
karşı karşıya getiren motivasyon ne gibi bir motivasyon olarak okunmalıdır?
Çarşı grubunun siyasi ve sosyal olarak bütünlük arzeden bir hareket olmadığı
muhakkaktır. Bununla birlikte Çarşı taraftar grubu, ismi ile müsemma olduğu
Beşiktaş Köyiçi Çarşısı başta olmak üzere Beşiktaş semtini ve ismini bu semtten
alan futbol takımını kendisine aidiyet birleştirici bir unsur kılmıştır.
Dolayısıyla Beşiktaş semti ve Çarşısı, Beşiktaş taraftarı için aidiyet
belirleyen bir tür “Konfesyonel Yaşam Alanı” olarak tanımlanabilir. Taksim
olayları’nın başladığı 31 Mayıs tarihinden yirmi gün önce Beşiktaş Çarşısı’nda
yaşanan olaylar, Çarşı Grubu’nu adeta Taksim olaylarına motive eder mahiyette
idi. 11 Mayıs günü, yeni Dolmabahçe Stadyumu’nun yapımı amacı ile yıkılacak olan
İnönü Stadyumu’nda son resmi maçın oynanacağı gün olarak Beşiktaş taraftarı
açısından özel bir gündü. Kendileri açısından bir tarihin sona erdiğini düşünen
Beşiktaş taraftarı, takımının İnönü stadyumunda oynadığı her maçta olduğu gibi
Köyiçi’nde toplanarak, bir şenlik düzenlemiş ve kısa süreliğine de olsa trafik
akışını engellemişti. Bunun üzerine, daha önce Köyiçi’ndeki nümayişlerde örneği
görülmemiş bir polis müdahalesi yaşandı. Polis, müdahaleyi gerektirecek bir
asayiş tehlikesi henüz baş göstermemişken; trafiği açmak bahanesi ile Beşiktaş
taraftarına biber gazı müdahalesinde bulundu. Öyle ki, sıkılan gazların İnönü
Stadyumu’na kadar ulaştığı ifade edildi. Bu olay gerek Beşiktaş taraftarı
tarafından gerekse toplumun değişik kesimlerince büyük tepki ile karşılandı.
Beşiktaş taraftarının, Gezi olaylarında da sıkça tekrar edilen “Sık bakalım
biber gazı sık bakalım” tezahüratı da bu olay üzerine ortaya çıktı. Beşiktaş
taraftarının bu şekilde bir tezahüratta bulunması, sözkonusu müdahale sonrası
Beşiktaş taraftarının “Konfesyonel Yaşam Alanı”na müdahale eden polisi
mütecaviz bir düşman olarak tanımlayan bir algı geliştirmesinin dışavurumu
olarak okunabilir. Aidiyet tanımını yaptığı Beşiktaş semtine yapılan bir
müdahale Beşiktaş taraftarı açısından kabul edilebilir bir müdahale değildi.
Benzer bir olayın, 28 Nisan günü Gaziantep’te oynanan Gaziantepspor-Galatasaray
müsabakasından önce yaşanan olaylar ise, “Konfesyonel Yaşam Alanı”ndan yola
çıkarak direk açıklanamayacak bir olay gibi görülse de, Galatasaray taraftarının
polis algısını şekillendirmesi açısından önemli bir hadisedir. Maçın
başlamasına mahdut bir süre kala Galatasaray tribünlerine emniyet güçlerince
biber gazı sıkılması sonucu, taraftarlar sahaya girmiş ve biber gazının
tesirinin geçmesi beklenmiştir. Taraftar algısı açısından trübünlerin
“Konfesyonel Yaşam Alanları” olarak algılanması ve buraya yapılan aşırı bir
müdahalenin çeşitli reaksiyonlar doğurması tabiidir.
Çarşı
taraftarı başta olmak üzere, sair taraftar gruplarının Taksim
olaylarında, zımni bir Cuis Regio, Eius Religio’yu haleldar etmiş olarak
algıladıkları polis ile yüzleşmek üzere yer aldıklarını iddia edebiliriz. Bu
iddiamızı, sözkonusu taraftar gruplarının Taksim olaylarında sergiledikleri,
talepsiz salt protest tavır desteklemektedir. Çarşı Grubu, Taksim olayları
sırasında, Çarşı grubunu alakadar edecek herhangi bir talep ile ortaya çıkmış
değildir. Aksine, sözkonusu taraftar grupları, “polis şiddeti”ne maruz
kaldığını düşündükleri göstericiler ile birlikte polise karşı direnmek üzere
Taksim’de yerini aldı. Bu sebeple taraftar gruplarının Taksim’deki varlığını da
“Konfesyonel Yaşam Alanı” mücadelesi ile açıklamak istiyorum.
“Konfesyonel
Yaşam Alanı” kabulümüze uymadığı düşünülebilecek bir diğer grup ise, Taksim’de
İhsan Eliaçık liderliğinde yerlerini alan dindar gruplar olacaktır. Sözkonusu
grupların Taksim’de boy göstermeleri kamuoyunda “Muhafazakarlar da Taksim’de!”
şeklinde yorumlandı. Bu yorumun son yıllarda yaşanan bir anlam kaymasının neticesi olduğu açıktır. Muhafazakar, konzervatif
kavramlarının ifade ettiği manalar aslında son derece açıktır, ancak Reinhart
Koselleck’in “Kavram Tarihi” içinde anlam değişmesi[6] olarak
adlandırdığı anlam kayması tam olarak “Muhafazakar” mefhumu için geçerli hale
gelmiştir. Muhafazakarlık kavramı artık bir galat-ı meşhur olarak
muhafazakarlığı değil dindarlığı tarif eden bir kavram haline geldi. Oysa
lugat-ı fushanın muhafazakarlık tarifi mevcut siyasal, kültürel, sosyolojik
durumun “muhafaza”sına taraf olan kimseyi tanımlar. Türk milleti de dünyanın
pek çok milletinde olduğu üzre seksenli yılların sonlarına dek muhafazakar bir
dindar kesime sahip olageldi. Seksenlerin sonundan itibaren ise, dindar
ekseriyetin muhafazakar özelliklerini muhafaza etmesi ile birlikte; dindar yapı
içinden muhafazakar özellikler göstermeyen bir takım hareketlerin neşet
ettiğini gözlemlemek mümkün. Her ne kadar yetmişli yıllarda Akıncılar ve
Mücadele Birliği gibi “İslamcı” özellikler taşıyan hareketlerin varlığını
gözlemleyebiliyorsak da, sözkonusu hareketlerin muhafazakar yapının dışına
çıktığına dair bir emarenin olmadığı kanaatindeyim. Dindar sınıf içinden
muhafazakarlık dışı hareketlerin ortaya çıkışında İran İslam Devrimi’nin
etkisine vurgu yapmakla birlikte, devlet ve düzen tekfirinde bulunan
hareketleri de vurgulamak istiyorum. Bu hareketlerin devrimci karakterleri,
“küfür sistemi” olarak yorumlanan laik demokrasi ile karşılaştığında; devlet ve
düzen karşıtlığı kadar, devlet ve düzen yandaşı olarak yorumlanan muhafazakar
dindarlığı da hedef tahtasına oturttur hale geldi. Bu yıllarda islamcı
camianın dindar tasnifi, devrimci karakterli ve muhafazakarlık aleyhtarı
“şuurlu” müslümanlar ve muhafazakar karakterli “şuursuz” müslümanlar şeklinde
iki karakter ile kendisini ortaya koydu. Sözkonusu islamcı grupların
birbirinden çok farklı karakterler ortaya koyuyor olmalarına rağmen,
gösterdikleri en önemli müştereklik alameti, muhafazakar dindarlığın iki önemli
amili olan Alaturka kültür ve tasavvuf merkezli din yorumu karşıtlığı olarak
dikkat çekmekte[7]. Bu hareketlerin kimi İrancı bir
karakter ortaya koyarken, kimi selefi bir karaktere büründü. Bu yıllarda
“şuurlu” islamcı hareketlerin tasavvuf ve Alaturka hakkında geliştirdikleri en
yaygın söylem, bu iki unsurun miskin dindarlar yaratan “uyuşturucular” olduğu
yönünde idi. Devrimci karakterli islamcı hareketler içinde şüphesiz en ilginç
olanı, son bir kaç yıldır kendisini “sosyalist müslümanlar” hareketi olarak
ortaya koyan İhsan Eliaçık ve hareketidir. Her ne kadar dini semboller taşıyan
sosyalist bir hareket olarak karşımıza çıksa da, Eliaçık hareketi sosyalist
teori ile tevil edilemeyecek bir karakter arzetmeke. Hareketin sosyalist
hareketler ile paralellik gösteren en önemli özelliği Devrimci karakteri ile
birlikte Alaturka dışı ve karşıtı yapısıdır.
Elbette
bu özellikleri ile Eliaçık ve hareketinin Alaturka ile Alaturka dışı olanın
karşı karşıya geldiği bir “Konfesyonel Yaşam Alanı” mücadelesinde safını
Alaturka olmayandan yana belirlemesi anlaşılabilir bir tutumdur. Bu mücadelede
her ne kadar Alaturka karşıtı safta yer almış olsa da, mezkur hareketin dini
motifler ve semboller kullanmış olması; “dindar” ile aynı manaya çekilmiş olan
“muhafazakar” kesimin de Taksim’de olduğu şeklinde yorumlandı. Bu noktada son
derece belirleyici bir sual ile karşı karşıya kaldığımız muhakkaktır:
Muhafazakar kültüre karşı ortaya çıkan bir protestoda dini semboller ne gibi
bir rol oynamıştır? Bu semboller ne gibi anlamlar ile Taksim’de boy
göstermiştir? Bu sualleri cevaplama çabamız sembol kavramı ile ilgili bir iki
hususa değinmemizi gerektirmekte.
Paul
Ricoueur “Interpretation” isimli eserinde sembolün mahiyetini açıklarken, her
sembolün, kişinin lisan yardımı ile ancak mahdut bir biçimde ortaya
koyabileceği gerçeklik algısını, mümkün olan en yüksek temsil şekli ile ortaya
koyma çabasının bir ürünü olarak tarif etmekte[8]. Bu
mahiyeti ile sembol sadece bir anlatım biçimi değil; aynı zamanda lisan ve
lisan ile anlatılmak istenenler için de bir tasdik ve te’kid aracıdır. Ancak
bir mesaj olarak sembol tek taraflı bir enstrüman değildir. Sembolü kullanan ve
bununla birlikte bir mesaj vermek isteyen kimse kadar, sembole muhatap olacak
olanın da bu sembolden bir anlam çıkartabilecek durumda olması gerekmektedir.
Sembol kullanımında mesaj ileten ile mesaj alan arasındaki bu münasebeti
sağlayacak olan ise ancak ve ancak kültürdür. Bir kültür tahtında bir sembole
anlam yüklenerek iletilmek istenen bir mesaj, ancak aynı kültüre aşina kimseler
tarafından okunabilir ve mesaja uygun bir yoruma kavuşturulabilir[9]. Bu noktada sembolün son derece karakteristik bir
sorunu ile karşı karşıya gelmekteyiz. Sembol her ne kadar lisandan daha geniş
bir anlatım aygıtı olsa da, birden fazla anlam ile ve birden fazla şekilde
yorumlanabilecek bir mesaj türüdür. Bu sebeple yine çift taraflı bir problem
karşımıza çıkar. Sembolü kullanan kimse bununla birlikte anlatmak istediğini
ortaya koyabilmiş midir? Anlatıldığı varsayılsa bile, sembole muhatap olan
kimse bu sembolden anlatılmak istenen manayı çıkartabilmiş midir? Bundan daha
kompleks olan sorun ise, sembolün hudutları ile alakalıdır. Sembolden
çıkartılan anlam, mesaj sahibinin iletmek istediği boyutta anlaşılmış mıdır;
yoksa daha dar manada mı yorumlamıştır? Yoksa sembolü yorumlayan kişi, bir inferenz
içine girmiş ve sembolden; anlatılmak istenenin çok ötesinde anlamlar mı
çıkarmıştır? Bu sualler, sembolün yapısından kaynaklanan suallerdir ve bizim bu
suallere kesin bir cevap ile mukabele etmemiz mümkün değildir. Nihai olarak
varabileceğimiz hüküm ise bir sembolün esasen kendisinden neş’et eden herhangi
bir anlama sahip olmadığı olacaktır. İşte tam bu sebepten ötürü bir sembol her
zaman dürüst bir ifade biçimi karakterine sahip değildir. Bugün kullanılan bir
sembolden çıkarılan bir anlam, paradigmaya göre tolere edilebilir; olası bir
paradigma değişiminde ise, sembol sahibi tarafından “kastedilen aslında bu
değildi” denilerek önceki mana kolayca redddilebilir. Varabileceğimiz diğer bir
hüküm ise, sembolü yorumlayabilmek için, sözkonusu sembolün hangi kontekstte ve
ne namına kullanıldığı önbilgisine sahip olmamızın zaruri olduğudur.
İhsan
Eliaçık ve “Devrmici Müslümanlar”, yahut “Sosyalist Müslümanlar” adlı hareketi,
kendisini iki aidiyet ile isimlendirmekte. Birinci aidiyet Sosyalizm’e iken
ikinci aidiyet İslam olmaya yapılıyor. Şu halde bu grubun Taksim’de sergilediği
dini sembollerin salt dini semboller olması beklenemez. Yukarıda da
belirttiğimiz üzere semboller çok anlama gelen bir mesaj mahiyetine sahip
olmaları özellikleri ile çok türlü okunabilirler; ancak sözkonusu grubun bu
tarz bir protesto da dini sembolleri dini yorumlamaya açık bir şekilde ortaya
koyduklarını iddia etmek oldukça güç. Aksine bence tebarüz etmiş olan, Eliaçık
hareketinin dini semboller kullanarak sosyalist mesajlar vermiş olduğudur.
Dolayısıyla sözkonusu eylemin içeriği ve motifi dini olmak hüviyetine sahip
değildir. Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız üzere bir kültür dairesine ve bu
kültüre aşina olan insanlara mesaj verebilmek için kullanılabilecek en münasip
enstrüman, o ferhengin hakim unsurlarından yola çıkarak kullanılacak
sembollerdir. Alaturka değerlere karşı reaksiyon ortaya koyan bu tarz bir
hareketin, Alaturka geleneğin temsilcilerine bir mesaj verirken; hareketin
kendisini tanımlamasından da yola çıkarak dini sembolleri kullanması
anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu sembollerin kullanılması, içinde bulunulan
eylemi dini kılmaz. Dini bir sembolün dini amaçla kullanılmış olmasının
öncelikli şartı, bu sembol ile anlatılmak istenen hususun dini saikler ile ve
dini refleksler ile ortaya çıkmış olması şartıdır. İdolojik bir mesajın dini
semboller ile veriliyor olması bu mesaja kesinlikle dini bir mesaj hüviyeti
kazandırmayacaktır. Buna ilaveten, hareketin Taksim olayları haricindeki
karakteristiği de bu iddiamızı doğrular mahiyettedir. Eliaçık ve hareketi
kendisini nisbet ettiği iki aidiyet arasında önceliği dine vermediğini,
yorumlama karakteristiği ile ortaya koymakta. Sosyalist sembollerden yola
çıkarak dini bir okuma yapmak yerine, dini sembollerden yola çıkarak sosyalist
bir okuma yapmayı önceleyen bir hareketi; muhafazakar olmayan bir hareket
olarak nitelemenin yanında, sekunder dindar bir hareket olarak da
niteleyebiliriz. Denilebilir ki, Eliaçık ve hareketi sosyalist müslüman bir
hareketten ziyade, müslüman sosyalit bir harekettir ve hareketin öncelikli
aidiyeti dinamik yapısından dolayı dinden daha fazla reprezentasyon imkanı
sağlayan idolojidir.
Bu
noktada bir sual ile daha karşılaşırız: Eliaçığ’ın dini sembolleri dini olmayan
bir mesaj aktarımı için kullandığını var saymak ilk bakışta akla oldukça güç
gelmektedir. Bu hareket haricinde dini sembollerin din dışı, yahut din karşıtı
hareketlerde kullanımının örneklerine rastlamakta mıyız? Yoksa bu Eliaçık
tarafından başvurulmuş bir uygulama mıdır?
Dini
sembollerin, dini olmayan mesaj aktarımlarında kullanılması oldukça eski bir
uygulama olarak karşımızda dururken, bu durumun Fransız İhtilali sonrası ve
idolojiler dönemlerinde sık sık başvurulan bir durum olarak karşımıza çıktığını
görüyoruz. Din dışı hareketlerin dahi dini sembollere başvurmak durumunda
kalmalarının en önemli sebebi ise, sekülerleşme ile dini kavramlara dayalı bir
dil kullanımının sınırlanmış olmasına rağmen; kültürün bir parçası haline
gelmiş olan dini kavramların ve sembollerin, bu kültürden tamamen ayıklanamamış
olması sebebi iledir. Din insanlar arasında bir iletişim biçimi olarak da
belirleyicidir. Muhafazakar kültür ve din karşıtı hareketlerde dini sembollerin
kullanımına yönelik yakın tarihin üç farklı devrinden, üç farklı karaktere
sahip örnek sunarak Eliaçık hareketine dönmek istiyorum.
Muhafazakar
kültüre yönelik gerçekleştirilmiş olan isyan hareketleri arasında artık alem
haline gelmiş Fransız İhtilali dini sembollerin din dışı ve din karşıtı
hareketlerde idolojik mesaj iletme aleti olarak kullanımı açısından son derece
ilginç bir örnek teşkil etmektedir. 14. Yüzyıl sonrası Avrupa’da giderek
ağırlık kazanan Lactasio motifi ve Hz. Meryem’e iltica geleneği, 18. ve 19.
Yüzyıllar’da kendisini Jeanne D’Arc kültü ile ortaya koymuştur[10]. Jeanne D’Arc Hz. Meryem’in bir izdüşümü olarak,
ilahi mucize ve inayetler ile kuşatılmış bir kadındır ve halkını kurtarma
iradesi göstermiştir. Bu devirden sonra Avrupa dindarlığının sembolizminde
“Ana” hüviyetli bir kadın kurtarıcı sembolünün son derece yaygınlaştığını
görmekteyiz. Fransız İhtilali öncesi hazrılık safhasında ve sonrasında, İhtilal
kültürünün tesisi aşamasında kullanılan devrim iknolaraı ve resimler yoğun bir
biçimde dini sembol karakteri arzederler. Eugen Delacroix’in “Marianne”
tablosu tam olarak bir Hz. Meryem ve Jeanne D’Arc sembolünün kullanımından
doğmuştur. Göğüsleri açıkta bir kadın, halkına devrim savaşında önderlik
etmekte, sol elinde Fransız bayrağı, sağ elinde ise tüfeği olduğu halde halkını
kurtuluşa götürmektedir. Bu özelliği ile Marianne, devrimin Hz. Meryem’i ve
Jeanne D’Arc’ı olarak kullanılmıştır. Marianne’ın çıplak göğüsleri ise, devrin
halk dindarlığına hitap eder mahiyette bir Lactasio sembolü olarak, bolluk ve
bereket mesajı vermektedir. Devrim halkına bir bolluk ve bereket verecektir! Bu
mesajı vermek maksadı ile kullanılan sembol bizatihi dini bir semboldür.
Fransız devriminde kullanılan dini semboller, uzun bir liste ile sıralanacak
kadar çoktur. Devrim ikonaları[11], komunyon yemeğine
atıfta bulunan halk yemeği tabloları gibi sanatsal yapıtların yanı sıra, mimari
ve dil özellikleri ile de Fransız İhtilali kuvvetli bir dini sembolizmayı
barındırır[12]. Bu durum elbette halk dindarlığının,
halk kültürünü ne denli etkilediğine bir örnek olabileceği gibi; böyle bir
kültürel yapının hüküm sürdüğü bir toplumda, verilmek istenen mesaj her ne
kadar din dışı-karşıtı olsa da, kullanılacak sembollerin dini semboller olması
zaruretini intac edecektir.
Mao Tse-tung (Mao Zedong) tarafından
gerçekleştirilen Çin Kültür Devirimi (1966-1976) geleneksel kültürü direk hedef
alan, bir diğer deyişle yegane hedefi geleneksel kültür olan bir devrim olarak
konumuz için iyi bir örnek teşkil edecektir. Mao, sosyalist halk devrimini
kültürel olarak da Çin de yerleştirebilmek maksadıyla, geleneksel Budist kültür
kalıntılarını Çin toplumundan silebilmeyi amaçlamıştır. Bunu yaparken Mao ve
devrim sürecinde sağ kolu mahiyetindeki Lin Biao tarafından geleneksel Budist
semboller yoğun bir biçimde kulanılmıştır[13]. Bu
sembollerin Çin kültürüne ve Çin Budizmi’ne mahsus semboller olduğu ve
Avrupa’daki benzerleri ile kıyaslanamayacağı vurgulanması gereken bir husustur.
Devrim süresince Mao’yu modern bir Buda olarak lanse eden Lin Biao, Mao’nun
çeşiti zamanlarda yaptığı konuşmaları bir araya getirerek yayınladığı Kırmızı Kitap,
ilk baskısından bu yana dünya tarihinde en fazla baskısı yapılmış kitap haline
gelmiş ve her Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşının kutsal kitabı niteliği
kazanmıştır. Öyle ki, Kırmızı Kitap Batı’da Mao Bibel (Mao İncili) olarak
adlandırılmıştır. Artık pek çok Çinli’nin evinde bir Mao sunağı bulunmaktadır[14], Mao heykelleri ile donatılmış tapınaklar ve bu
tapınaklarda ritüel icra eden Çinliler, budist bir ibadet türünü devrimin bir
parçası haline getirmişlerdir. Pek çok evde ise dünya tarihinin en ilginç
kutsal emaneti (relique) olan mangolar bulunmaktadır[15]. Budist Çin’de,
geleneksel Budist kültürü yıkabilmek için bunun gibi onlarca dini argüman daha
kullanılmıştır. Bunun en önemli sebebi halk kültürüne açılacak en geniş kapı
olarak halk dindarlığından kaynaklanan semboller olarak görülmesi olmuştur.
Vermek
istediğim üçüncü ve son misal, belki de Eliaçık ve hareketi örneğine benzerlik
açısından en yakın ve mühim misal olacaktır. Sosyalist hareketlerin en önemli
büyümeyi kat ettiği 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Almanya’da ortaya çıkan
sosyalist dindar hareketler; sosyalist dindar kavramını İhsan Eliaçık’tan
yaklaşık 150 yıl önce siyasal literatüre soktu[16]. Bu
hareketlerin karakteristik özelliği, 19.Yüzyıl’a kadar cari olan kilise
kaynaklı din yorumunun bir kenara bırakılarak, etik üzerine kurulu bir din
yorumunun cari hale getirilmiş olmasıdır. Artık Hz. İsa, bir bakireden doğan
Tanrı’nın oğlu olarak değil, sosyal adaletsizliklere karşı ortaya çıkmış,
dünyanın gördüğü en ahlaklı adam olarak algılanmaktadır[17].
Sosyalist Hıristiyan hareketlerin öncelikli hedefi ise, sekülerleşme ve dinden
uzaklaşma olmamış; aksine bu hareketler bütün eleştirilerini geleneksel
dindarlığa ve Kilise’ye yöneltmişlerdir. Bu özelliği ile sosyalist
Hıristiyanlar; Hıristiyan bir hareket olarak değil, sosyalizme hıristiyan
argümanlar vasıtası ile geçiş yolu bulabilmiş devrimciler olarak kabul
bulmuştur. Bu hareketlerin tazyiki le Papa XIII. Leo “Rerum Novarum” (Yeni
Düzen) isimli ensüklikayı yayınlamağa mecbur kalmıştır.
Yukarıda
zikrettiğim örneklerde de görüleceği üzere, dini argümanların kullanılması,
herhangi bir ideolojik harekete dini karakter katmamaktadır! Eliaçık
hareketinin Taksim’deki varlıkları; yukarıdaki örneklerde benzeri görüleceği
üzere dini argümanların kullanılması vasıtasıyla geleneksel kültüre ve
geleneksel dini yoruma karşı bir duruş olarak yorumlanabilir. Burada
belirleyici olan, bu hareketin dini sembollere yüklediği anlamların
mahiyetidir. Bu anlamların ise din kaynaklı anlamlar olmadığı, aksine sosyalist
mahreçli anlamlar olduğu muhakkaktır. Bu itibarla Taksim’de yaşanan
“Konfesyonel Yaşam Alanı” mücadelesinde yerini almış olan Sosyalist Müslümanlar
Hareketi’nin öncelikli hedefinin de Alaturka kültür olduğu yorumunu yapmak
istiyorum. Hareket, kökleri itibariyle bir Peralı olmasa da, müttefik rakibe
karşı Peralılar’ın yanında safını almıştır.
Kısa Bir İlave: Gezi Parkı Olaylarına Bir İlave
Olarak "Diren Hamile" Refleksi
Gezi Parkı olaylarının üzerinden henüz
çok geçmemişken, Tasavvuf geleneğinin en mütebariz simalarından Ömer Tuğrul
İnançer'in TRT ekranlarında dille getirdiği "Hamileliği davul çalarak ilan
etmek bizim terbiyemizde ayıptır!" sözleri Alaturka karşıtı reaksiyonu
küllerinden canlandırdı. İnançer'in, "Bizim terbiyemizde" şeklinde
altını çizerek hatırlattığı Alaturka terbiye, Alaturka'ya karşı yürüttüğü
savaştan yeni çıkan çevreleri harekete geçirdi. Yazılı ve görsel medyada
İnançer'e karşı yürütülen tenkid kampanyasının, 28 Şubat döneminin ünlü
"kamusal alan" argümanını hatırlattığını belirtmeliyim. Alaturka olan
ancak bir kültürel motif olarak, bireysel hayatta varlığına tahammül
edilebilecek bir devr-i sabık enstrümanı olarak görülürken, geleneksel
terbiyeye yönelik atıfların -her ne kadar yaptırım gücü olmayan bir kimse
tarafından dile getirilmiş de olsa- modern çevreler tarafından kabul
edilemeyeceği ortaya kondu. İnançer'in sözlerine muhafazakar olarak
adlandırılan çevrelerden de "Hangi devirde yaşıyoruz?" türü
tepkilerin gelmesi ise benim için Arnold Toynbee'nin şu sözünün adeta ıspatı
olmuştur: "Günümüz dindarlarının en büyük problemi, modernitenin
kendilerine dayattığı "yenilik ve gelişme" olarak görülen modern
kaygılar taşımalarıdır."[18]
[1] Türk Dil Kurumu bilmediğim bir
gerekçe ile “kollektif” kelimesini “kolektif” olarak sunuyor. Ancak ben aslına
uygun ve doğru olduğunu düşündüğüm kollektif kelimesini kullanacağım.
[3] Altermatt, Urs; Konfessionelle
Minderheiten in der Diaspora: Zwischen Isolation und Assimilation S.2;
Göttingen (1986)
[4] HALBWACHS,
MAURICE; Das kollektive Gedächtnis S.3; Stuttgart (1991)
[5] Burada “Peralı” kavramı ile
tarif ettiğimiz kimse elbette Pera’da meskun olan kimse demek değildir. Ne
anlama geldiğini yukarıda izah ettiğim kanaatindeyim
[6] Bkz. Koselleck,
Reinhart; BegriffsgeschichtenStudien zur Semantikund Pragmatik der
politischen und sozialen Sprache S.62; (2006) Tübingen
[7] Salih Mirzabeyoğlu ve İbda
hareketi her ne kadar devrimci karaktere sahip bir hareketse de Alaturka’ya ve
tasavvufa atıfta bulunması ile, sair islamcı hareketlerden farklı bir karakter
ortaya koyuyor.
[8] Ricoeur, Paul; Die
Interpretation. Ein Versuch über Freud S. 22; (1974) Stuttgart
[10] Krumeich,
Gerd; Jeanne d'Arc-Kult und politische Religiosität in Frankreich nach
1870 S. 320; (1993) Göttingen
[11] Lüsebrink, Hans-Jürgen;
Rhetorische Gesten und ikonographische Darstellungen. Zur Präsenz und Funktion mündlicher Kommunikationsformen
in den “ Tableaux historiques de la Revolution française” S. 284 (2001)
Göttingen
[12] Bkz.Danelzik, Christoph-
Brüggemann Reichardt Rolf; Bildgedächtnis
eines welthistorischen Ereignisses. Tableaux historiques de la Revolution française.
(2001) Göttingen
[13] „Kultur der Kulturrevolution“ S.135 , Hrsg
Helmut Opeltal (2011) Wien
[14] Landsberger,
Stefan R.(2011); Die Vergötterung Maos: Bilder und Praktiken in der
Kulturrevolution und darüber hinaus S. 96; „Kultur der Kulturrevolution“,
Hrsg Helmut Opeltal (2011) Wien
[15] Hinton,
William(1972); zitert aus „Kultur der Kulturrevolution“ S.135 , Hrsg Helmut
Opeltal (2011) Wien
[16] Mooser,
Josef(1993);“ Katholische Volksreligion, Klerus und Bürgertum in der zweiten
Hälfte des 19. Jahrhunderts. Thesen.“ S.151 (HGB. Wolfgang Schieder;
„Religion und Gesellschaft im 19. Jahrhundert“) Klett Cotta Verlag
[18] Toynbee,
Arnold; Religion ohne Zukunft S.126, Bertlesmann (1968) Wien