Translate

25 Mart 2014 Salı

Tivitır yasağı ve demokrasi kalitemiz

Tivitır yasağı hakkında sürdürülen tartışmalar, polarize olmuş bir toplumda hiçbir tartışmanın aslında sonuca ulaşmak maksatlı olmadığını ortaya koyması açısından dikkate değer. Yasak sonrası münekkidler tarafından ortaya konan Türkiye tablosu; demokrasi kalitesini yitirmiş, totaliter bir idare tarafından ele geçirilmiş bir ülke imajını pekiştirmeye yönelik. Bu imajı yaratabilmek için bir kaç senedir yaratılmakta olan "özgürlüklerin kısıtlandığına" yönelik algı, polarize olmuş toplumun analiz zaafiyetinden faydalanılarak, toplumun bir kutbuna genel bir kanaat suretinde sunulur hale geldi. Söz konusu kanaati pekiştirecek en kuvvetli argüman olarak özgürlüklerin kısıtlandığı epidemisi toplumda sari hale getirilmek isteniyor. Çeşitli meşruiyet referanslarına sahip kutupların kavgasında, özgürlük kavramını tartışmanın son derece yararsız olduğunu düşünmekle beraber; tivitır yasağı konusunu belli bir noktaya getirebilme adına özgürlüğün tezahür çeşitleri hakkında bir takım şeyler söylemenin ve Türk demokrasisinin evrimini bu tezahürler üzerinden okumanın son derece önemli olduğunu düşünüyorum.

Paul Virilio'nun "opasitenin incelmesi" olarak adlandırdığı fenomenin, kamusal alan ile bireysel alanın birbiri ile iç içe geçmesini neticelendirmekle kalmayıp, reel olan ile virtüel olanı da birbirinden ayırt edilemez hale getirdiği günleri yaşıyoruz. Bu bakımdan, bu devrin insanı olarak bizlerin çok sağlıklı analiz etme imkanı bulamadığımız; ancak gelecek kuşakların hakkını teslim edecekleri bir devirde yaşıyor olabiliriz. Gelecek kuşaklar, milenyum yıllarını, dünyanın gelişim sergüzeşti açısından "mutlak reel" devrinin kapandığı, yani binlerce yıl süren bir algı devrinin sonlandığı ve yeni bir devrin başladığı bir milat olarak anabilirler. Günümüz insanı artık, sadece yaşadığı dünyayı reel dünyaya paralel olarak kurguladığı sanal dünyalar ile teksir etme imkanına sahip olmanın çok ötesinde bir lükse de sahiptir ve kendisini de reel şahsiyetine paralel olarak kurguladığı virtüel benlikler ile teksir edebilir hale gelmiştir. Bu durumu sanayi devrimine benzeterek bir paradigma değişiminden bahseden yazarlara hayretle baktığımı belirtmeliyim. Zira Kuhn'un paradigma dediği şey, kendi içindeki uyumsuzlukların artması sonrası kendisini ortadan kaldıran ve yeni bir paradigmaya yol açan bir genel yapıdan ibarettir. Opasitenin düşerek virtüel alanların yaratılmasını bir paradigma değişimi olarak adlandırmanın imkansızlığı bu tariften yola çıkarak da varabileceğimiz bir sonuçtur. Şu durumda olsa olsa virtüel olarak doğmuş yeni paradigmalardan ve paradigmaların birbirlerine mani olmayacak bir şekilde bir arada temadi edebilecekleri paradigmalar üstü bir paradigma dönemine girdiğimizi düşünüyorum.    

Tanımladığımız şekilde köklü bir algı ve dönem değişiminden bahsettiğimiz vakit kabul etmemiz gereken realite, bu dönemin henüz şekillenme döneminde olduğumuz olacaktır. Zira bu devrin yetiştirdiği jenerasyonlar henüz sinn-i kemale ermiş değil. Yeni düzenin genel kabul görmüş kendisine ait kuralları ve etik anlayışı yaratılabilmiş değil. Bu dönemin insanı opasitede meydana gelecek dönemsel yoğunlaşmalara karşı son derece hassas olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum Türkiye özelinde değerlendirildiğinde karşılaştığımız en temel sorun ise Türk halkının karakteristiği olarak karşımıza çıkan mahremiyet kavramının bizzat opasiteye gereksinim duyduğu gerçeğidir. Bu düzen içinde alaturkaya uygun çözüm yöntemleri bulmamız kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. 

Tivitır yasağının demokrasi kalitesini düşüren bir hamle olduğu yorumunu reddeden bir kollektif hafızamız var. Zira Türkiye bundan bir kaç yıl öncesine kadar reel özgürlükler açısından son derece sıkıntılı bir ülke olarak maruftu. Anadilin kullanımı, din ve vicdan hürriyeti ve dinin kamusal alanda reprezentasyonu, engelli hakları gibi sayısını artırabileceğimiz onlarca örnek ülkemizde reel özgürlük alanında var olan kısıtlamalara örnek teşkil etmekte idi. Söz konusu reel özgürlük kısıtlamalarının kısmen aşılmış olduğu şu günlerde virtüel özgürlük tartışmalarının tam ortasında kendimizi bulmuş olmamız, kollektif hafızamızı reel özgürlük ile virtüel özgürlük arasında bir gerilim yaşamamızı neticelendiriyor.  Virtüel özgürlük tartışmasında açıklığa kavuşturmamız gereken iki temel soru karşımıza çıkıyor:

- Virtüel alanda özgürlüğü kısıtlandığı varsayılan reel şahısların reel özgürlüklerini etkileyen bir kısıtlama sözkonusu mudur?
- Herhangi bir sorumluluk alanı belirlenmemiş virtüel özgürlük reel özgürlükleri ne nisbette etkilemektedir?

Türkiye'de Opasitenin günümüze nisbeten çok daha yoğun olduğu on yıl öncesine kadar virtüel özgürlüğün reel özgürlüğe doğrudan bir müdahalesi olmadığını söylemek tutarsız bir iddiada bulunmak anlamına gelmiyordu. Tivitır yasağının temel özgürlük ihlali olarak algılanmasının en önemli göstergesi opasitenin ne nisbette düştüğü gerçeğidir. Şu halde virtüel hayat ile reel hayat arasında kabul edilen önem sıralaması zaman zaman yer değiştirmektedir. Bu durum ikinci sualimizi cevaplandırmamız açısından da son derece temel bir gerçeği gözler önüne sermektedir: Artık zaman zaman birinci dereceden önemli kabul edilen virtüel özgürlüğün çıkarı uğruna reel özgürlüklerden feragat edilebileceğine dair bir algı toplumda yaygın hale gelmiştir.  Hakikatte var olmayan bir kimsenin herhangi bir sınırlamaya tabi olmayan beyanatının reel özgürlüğü ihlal etmesi virtüel özgürlüğün selameti namına tolere edilebilir görülmekte. Virtüel hayatta kendisini teksir eden her bir ferdin birbirinden farklı karakterler ortaya koyması aslında özgürlüğü kısıtlananın kim olduğu sorusunu karşımıza çıkarıyor. Reel olmayanın hakkının elinden alınmasından bahsedilebilir mi? Reel olanın virtüel hakkının gaspedilmesi düşünülebilir mi?


Böylesi bir yasağın demokrasi kalitesi açısından ne ifade ettiğini cevaplamak oldukça zor.  Zira demokrasinin olmazsa olmazı reel demokrat bireylerin varlığıdır. Sanal kişiler üzerinden yaratılan gündemlerin ve oluşturulan kamuoyu baskısının ne oranda reel olduğunun tesbitinin mümkün olmadığı bir ortamda, bu gündemlerin reel demokratik gündeme olan etkisi ve bu etkinin demokrasi kalitesine olan olumsuz zararları ise sürüp giden tartışmalarda gözardı edilegeliyor. Bu sanal gündemin reel gündemi ne oranda temsil ettiğini tesbit edebileceğimiz yegane mecra ise sandık olarak karşımızda duruyor. Belediye seçimleri sadece yerel yöneticilerin tesbit edileceği bir seçim olmanın çok ötesinde, virtüel Türkiye’nin reel Türkiye’nin demokratik platformdaki tercihlerine ne oranda tesir ettiğinin de bir göstergesi olacak.  

19 Ocak 2014 Pazar

Jacotot Abi

Son günlerde sürüp giden cemaat tartışmaları çok bilinen bir gerçek ile bir kez daha yüzyüze gelmemizi sağladı: Cemaatinin her türlü kusurunu müdafaa etmek ve yok farzetmek; ülkemizde cemaat müntesibi olmanın bir hassasıdır. Bu tavrın hangi refleksin sonucu olduğunu düşünmek, aslında cemaatlerin yapısal analizini yapmaktan başka bir anlama gelmiyor. Ülkemizdeki cemaatlerin bir takım farklılıklarla birlikte paralel karakteristikler arzetmekte olduğu muhakkaktır. Sözkonusu cemaatler içinde şüphesiz tarihi arka planı ve karizması ile cemaatlerin genel karakteristiğini şekillendiren cemaat Nurculuk hareketi olarak dikkat çekmekte. Nurculuk, sirayet ettiği cemaatlerin yapısını derinden etkilemiş ve bu yapılara kendi karakteristiğini bir şablon olarak sunmuştur. Aşağıdaki yazı, Nurculuk hareketinden yola çıkarak cemaatlerin genel karakteristiği üzerine kaleme alınmış bir yazıdır ve cemaat karakteristiğinin sahip olduğu pek çok açıdan bir açıyı yorumlamaya çalışmaktadır.     

Joseph Jacotot, 19 yaşında genç bir öğretmen olarak Fransız İhtilali’nin meydana getirdiği heyecan atmosferine katılmış ve ihtilalin imkanlarından faydalanarak önemli mevkilere gelmişti. Genç bir adam iken ihtilalin önünde açtığı ikbal kapıları, Bourbon’ların tekrar iktidara gelerek, krallığı kurmaları ile ardına kadar kapanmış;  Jacotot, Hollanda Krallığı’nda sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştı. 1818 yılında, ellisine merdiven dayamış bir adam olarak Leuven Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan Jacotot’ya ilgi büyüktü. Sadece Leuven’in Fransız azınlığından değil; Felemenk kısmından gelen öğrenciler de Jacotot’yu büyük bir heyecan ile takip ediyorlardı. Ancak bir sorun vardı: Ne Jacotot Felemenkçe biliyordu, ne de Felemenkler Fransızca. Buna rağmen Jacotot’nun karizması felemenk talebeleri hiç anlamadıkları bir derse çekmekteydi. Jacotot bu sorun ile boğuşarak derslerini sürdürdü. Jacotot ile öğrencileri arasında uzunca bir süre herhangi bir bilgi aktarımı meydana gelmedi. Ancak Jacotot hoca, öğrencileri de öğrenciler olarak sınıfta kendilerine düşen görevi yerine getirdiler ve formel ders disiplinin dışına çıkmadılar. 

Jacotot’nun bu sorun karşısında ne gibi çözüm yolları aradığı ve nasıl bir sonuca ulaştığı bu yazının ebatlarını aşacak kadar uzun bir hikaye. Ancak Jacotot’nun hikayesini “Le Maître ignorant“ (Cahil Üstad) isimli eserinde yorumlayan Jacques Ranciere’in yorumları bizim için son derece önemli. Ranciere, aralarında en temel vasıta olan lisan bağlantısı olmayan öğretmen ve öğrencilerin ilişkisini bir hegemonya ilişkisi şeklinde yorumluyor ve mealen diyor ki “Aslında bir öğretmen ve öğrenci ilişkisini tesis etmenin öncelikli şartı, bir grubun kendisinden daha fazla şey bilen bir öğretmenin önderliğine tabi olması değildir. Burada bilginin rol oynamadığı açıktır. Önemli olan bir hegemonyanın tesisi ve bu hegemonyanın iki tarafında yer alan; rehber ve bu rehberliğe tabi olacak tarafların meydana getirilmesidir. Bu ilişkiyi tesis ettiğiniz taktirde bir cahil dahi, alimlerden oluşan bir gruba öğretmenlik yapabilir.”

Bir gruba rehberlikte bulunmayı hegemonya ilişkisi ile yorumlamak, şüphesiz Ranciere’in neomarksist bakış açısı ile ilişkilendirilebilir. Geleneksel marksist düşüncenin beşeri münasabetleri sınıf ayrılığı temelinde değerlendirmesi Ranciere’i böyle bir değerlendirmeye sevketmiş olabilir. Marksist düşünce kalıplarının Risale-i Nur ve Müellifi’nin öncelikli tenkid hedefleri arasında yer alması, şüphesiz Risale-i Nur hareketine bu tarzda eleştirel bir yaklaşım ile bakmamızı zorlaştırıyor. Buna rağmen hegemonya temelli bir cemaat okumasının günümüz Risale-i Nur hareketinin reflekslerini yorumlama adına son derece önemli olduğu kanaatindeyim.

Gramsci’nin “Hegemonya” tarifi pek çoklarımızca maruftur ve hegemonya altına giren kitlenin bu noktada istek sahibi olması esasına dayanır. Hegemonya’nın hüküm sürdüğü yerde, baskıdan ziyade ikna etmek ve ikna olan kitleye belli davranış kalıplarını, ideal kalıplar olarak sunmak hegemonyanın bir karakteristiğidir. Hegemonyal yönlendirmeye tabi tutulan kimse için, kendisine ideal olarak tanıtılan hedefe doğru koşması sadece bir imaya bakar. Zira kişi, hegemonyal yapı içinde kendisinin nakıs olduğuna ve doğru olanın kendisine örnek teşkil eden kimse olduğuna o kadar inanmış olacaktır ki; sözkonusu hedefle tanışmasının ardından mevcut durumunu bu hedefe kıyasla değerlendirmekten geri durmayacaktır.

Bediüzzaman’ın herhangi bir hegemonyal yönlendirme çabasına karşı nasıl bir reaksiyon vereceğini kestirmek hiç de güç değil. Bulunduğu sosyal konum göz önünde bulundurulduğunda; Bediüzzaman’ın, beşeri münasebet kalıpları ile arası bu kadar açık bir çağdaşı daha yoktur diye tahmin ediyorum. Beşeri kalıplarla mukayyed olmayı bu kadar şiddetle reddeden bir kimsenin hegemonyal yönlendirmeye tabi tutulması düşünülemez. Buna rağmen Nurculuk hareketinin tarihine baktığımız zaman karşılaştığımız gerçek, Bediüzzaman’ın talebelerinin, üstadları kadar müstağni yaşamayışları ile Bediüzzaman’ın içine girmekten içtinab ettiği bazı kalıpların içine girmiş oldukları; bazılarını ise bizzat bu tarzda kalıplar tesis ettikleridir. Tarihsel gelişimi içinde Risale-i Nur hareketinin, Bediüzzaman tarafından vahid-i kıyasi şeklinde tarif edilebilecek bir müesseseyi ortaya çıkarttığını söylemek mümkündür. Abilik müessesesi olarak adlandırılabilecek bu müessese için “bir vahid-i kıyasidir” dememiz Risale-i Nur jargonuna ters düşmeyecektir. Zira esas itibariyle var olmayan bir müessesenin, fonksiyonel olarak -hendesedeki farazi hatlar gibi- hareketin merkezinde varmış gibi yorumlanması bu iddiamızı destekler mahiyettedir. O kadar ki, abiler bir takım değerlendirmelerin yapılabilmesi için sıklıkla bir meşruiyet kaynağı olarak görülmekte. Kendilerinden yola çıkarak kıyas yapıldığı göz önünde bulundurulursa, sözkonusu abilerin hakikaten bir vahid-i kıyasi kisvesine bürünmekte oldukları söylenebilir. Risale-i Nur hareketlerinde davranış kalıplarına ek olarak, giyim kuşam, dilin kullanımı gibi karakteristikler bu abilerden yola çıkarak meydana getirilmekte ve bu karakteristikler ideal olarak sunulmakta. Oluşan bu karakteristik, artık yapının alamet-i farikasıdır ve karakteristiğe ilham sağlayan abiler indirekt olarak yapının vucut bulmuş halidir. Kişinin bu harekete ne kadar uyum sağladığını belirleyen en önemli mikyas, bu karakteristiğe ne oranda uyduğu ve bu karakteristikten ne kadar az sapma gösterdiğine bağlıdır. Bu bakımdan hegemonyanın Risale-i Nur hareketi içinde bir şekilde tesis edilmediğini söylemek oldukça güçtür. Hegemonyal yapının kendisini en yoğun olarak hissettirdiği Risale-i Nur hareketleri ise; yönlendiricilerin daha hasbi ve aynı sınıftan olmayı tarif eden bir tavsif olan“abi” yerine, daha mesafeli ve farklı sınıflarda bulunulduğu hissini uyandıran “hoca” olarak adlandırıldıkları yapılar olarak karşımıza çıkıyor.

Elhakku ya’lu vela yu’la aleyh düsturunu “Hakkın hatrı alidir, hiçbir hatra feda edilemez” şeklinde tercüme eden Bediüzzaman’ın, takipçileri için bu hegemonyal yapıyı hedeflediğini söylemek son derece zor. Esasen hayatını gözardı etsek bile, bu prensibe verdiği önemden yola çıkarak Bediüzzaman’ın hegemonya ile arasının hoş olamayacağı sonucuna ulaşabiliriz. Zira hakikat, zatından kaynaklanan bir meşruiyete sahip iken; hegemonyal yapıda meşruiyet, hegemonyanın üst tarafında yer alan yapının yorumları ile kendisine yol bulabilmekte. Hegemonyanın tesis edilmesi ile birlikte, bizatihi bir meşruiyet kaynağı olan hakikat ile hakikat talibinin arasına lejitimasyon kaynakları girmekte. Risale-i Nur hareketi özelinde bu durumun iki önemli sonucunu gözlemlemek mümkün:
·         Risale-i Nur hareketinin hegemonya temelinde kurumsallaşması ve esas itibariyle eser kaynaklı olmayan davranış ve dış görünüş kalıparının ortaya çıkması.
·         Harekete dahil olan fertlerin eser ve eserlerden çıkartılabilecek hakikatler ile arasındaki direk ilişkinin bir şekilde kesilmesi ve araya kurumsal kalıpların sokulması. 

Jacotot ve talebeleri arasındaki ilişki türü, Jacotot’nun ilk etapta anlaşılmasa dahi; bir figür olarak hegemonyal yapının başında bulunmasını ve üstad olarak yorumlanmasını beraberinde getirmişti. Jacotot hiç bir şey veremediği talebelerini gözlemleyerek, kişinin kendi çıkarımlarına itimad etmemesinin bir “nivellement” (aptallaştırma) ile sonuçlanacağı sonucuna varmış ve aslında hegemonyal bir fonksiyondan başka bir şey olmayan bir eğitmen rolünün kişiyi yönlendirmeye başladığı anda maksada aykırı bir mahiyet kazandığına hükmetmişti. Jacotot’nun vardığı sonuç şüphesiz Risale-i Nur’u anlama gayreti içinde bulunan pek çokları için bir örnek teşkil etmekte. Hegemonyanın meydana getirdiği yorumlama kalıpları içinde te’vil edilen bir eserin tam olarak yorumlanabildiğini ve bir “nivellement” ile sonuçlanmadığını iddia etmek, ancak hüsn-ü zan ile açıklanabilir. Abi olarak adlandırılan ve meşruiyet kaynağı olarak kendilerinden sık sık alıntılar yapılan kimselerin, Ranciere’in ifadesi ile “hakikati okuyandan daha fazla bilmesinin gerekmediği” bir yerde, Risale-i Nur’un hedeflenen şekilde hakikat merkezli bir bakış açısı ile okunmasını mümkün olabilir mi? Şu halde Risale-i Nur’un yorumlanması, vahid-i kıyasi olarak ortaya çıkmış yapının selameti için ikinci planda tutulmakta ve sözkonusu yapı primer, Risale-i Nur sekunder bir pozisyon almaktadır.

Bu durum, kendilerini Risale-i Nur’a isnad eden kurumsallaşmış cemaat yapıları değerlendirilirken daha da önem kazanmakta. Hegemonyal bir ilişki biçimi ile açıkladığımız müesses yapının temsilcilerinin, söylediklerinin içeriğine bakılmaksızın, yapı kaynaklı bir meşruiyet ile kabul görmekte olduğunu söylediğimiz anda; bu abilerin aslında Jacotot’un Leaven Üniversitesi’ndeki fonksiyonundan başka bir fonksiyona sahip olmadıklarını söylemiş oluyoruz. Esasen eser içeriğinin hesaba katılmaması çoğu zaman rahatlatıcı bir durum olarak karşımıza çıkabilmekte. Zira sözkonusu abilerin (hocaların) söylemleri, Risale-i Nur’un düsturları ile çelişki arzettiklerinde, yapısal meşruiyetin bir sonucu olarak, yol müntesibi söz konusu zata hüsn-ü zan ile bakmak ve “aslında onu kastetmediği” yorumunu yapmak zorunda bırakılmakta. Eserin içeriği ile yorumlaması arasına abilerinin devirdiği çamlar sıkışan bu kimsenin, vicdan muhasebeleri ve kendisini ikna süreçleri yaşarken bir “nivellement”ya maruz kalmadığını iddia edebilir miyiz? Böyle bir dualite ile karşı karşıya kalan kimse için bu yükten kurtulmanın ve söz konusu sıkıntıyı aşmanın çaresi, iki ihtimalden birisini seçerek yoluna devam etmekte yatacaktır: Ya kendi çıkarımından yola çıkarak özgür bir fert olacak ve hakikaten tatmin olacağı bir cevabı seçecek; yahut Bediüzzaman’ın zihni tenvim etmek dediği şeyi yapacak, kendi huzuru, yapının selameti için hegemonyal bir ikna aygıtına dönüştürülen hüsn-ü zan ile yaklaşacak ve meseleyi kapatacaktır. Böylelikle sözkonusu abiler, hegemonyal ilişki biçiminin tabi bir neticesi olarak, artık meşruiyetini Risale-i Nur’dan alan bir kurumun temsilcileri olmanın çok ötesinde bir yere konumlanmışlardır. Zira Risale-i nur ile abiler arasında meydana gelen diskrepans bir kez abiler lehine bozulmuştur. Öyle ki, belki Risale-i Nur çoğunlukla meşruiyetini bu abilerin tasdiklerinden ve mübalağalarından alır bir pozisyona indirgenmiştir. Şu halde aslında bu abilerin şu veya bu söylemlerde bulunmalarının herhangi bir önemi yoktur. İçerik ve mana derinliği, yapının var olması için feda edilmek durumundadır. Yapı içinde Jacotot benzeri bir abi vardır-hatta olmalıdır- ve bu abiye tebaiyet eden bir kitle vardır. Bu esasen hegemonyal ilişki türünün bir hassa-i lazımesinden başka birşey değildir. Bu sebepten ötürüdür ki bir kimsenin bir kereye mahsus ve yanlışlıkla dahi olsa “abi” sıfatı ile tavsifi, onu bu dağılımda bir üst sınıfa taşımaya yetecektir.

Gramsci hegemonyayı tarif ederken, bu yönlendirme türünün bir süre sonra alışkanlık haline geldiğinin ve hegemonyanın kendisini yenilediğinin altını çizer. Bu sebeple yenilenen hegemonyal algıda abinin kim olduğunun artık bir önemi kalmayacaktır. Bir vahid-i kıyasiden ibaret bir müessese, bir süre sonra kemikleşerek, kişilere lejitimasyon sağlayan bir kaynak haline gelince; bu meşruiyete mazhar olan kimse bizzat bir meşruiyet kaynağı haline gelecektir. Bu somut meşruiyet kaynaklarının selameti uğruna, pek çokları için soyut bir varlıktan ibaret olan hakikatten ödün vermek ise kaçınılmaz hale gelecektir. Yukarıda bulunduğumuz iddiayı yineleyecek olursak; hegemonyal yapının hatrı için, hatrı ali olan ve hiç bir hatra feda edilemeyecek olan hakkın hatrı haleldar edilecektir. 


Jacotot’dan yola çıkarak yorumlamaya çalıştığım dönüşüm artık algılarımızı zorlar boyutlara ulaştı. Bu bakımdan, Risale-i Nur camiasına mensup bir yerde, bir gün, bir Jacotot abi ile tanışmak benim için bir sürpriz olmayacak. Jacotot, Leuven Üniversitesi’nde de barınamayıp bir şekilde Türkiye’ye gelse; bu yapının içinde Jacotot abi olarak tanınmasını sağlayacak bir bıyıktan başka neye ihtiyaç duyacaktı ki? Eser merkezli bir hareketin, şahıs merkezli bir harekete transforme oluşununun zararları, öyle görülüyor ki ancak bir Jacotot abi zuhur edince anlaşılacak. 

14 Ocak 2014 Salı

Sevgililer Günü aslında ne günüdür?

Hıristiyanlığın temeli yedi temel sakramentten oluşur ve bu sakramentlerin ilki vaftizdir. “Vaftiz ile İsa’ya dehalet ederiz[1]” cümlesi hıristiyanlığın ilk cümlesidir. Vaftiz hıristiyan inancına göre kurtuluşun yegane yoludur ve vaftiz olmadan ölmek bir felaketle sonuçlanır[2]. O kadar ki, hıristiyanlığın tüm sakramentleri için bir ruhbanın aracılığı şart koşulmuşken; bir kişiyi vaftiz etmek için hiç bir şart koşulmamış, bir müslümanın dahi bir kimseyi vaftiz etmesi mümkün görülmüştür. Vaftizin önemi bir hıristiyan için isim sahibi olmayı da son derece önemli bir hale getirmiştir. Reformasyon karşıtı düzenlenen Triente Konsili’nde alınan kararlardan birisi de, çocuklara pagan isimlerinin konulmasının önüne geçilmesi ve isim takvimine göre hıristiyanca isimler konulmasının yaygınlaştırılması olmuştur[3]. Burada unutulmaması gereken ayrıntı, ortaçağda Avrupa’da pek çok bölgede rahip olmadığı gerçeğidir. Rahip yetiştirmek masraflı olduğu ve rahip maaşları daha yüksek olacağı için Avrupa’nın pek çok bölgesinde “Vicar” adı verilen vekiller bu vazifeye vekalet etmişlerdir. Bir vicar örneğin köyün kasabı yahut demircisi olabiliyordu[4]. Bu durumda, özellikle isim koyma konusunda bilgisiz olan vicarlar, İsim Takvimi'ni kullanarak çocuklara isim vermek durumunda kalmışlardır. Örneğin, ünlü gökbilimci Johannes Kepler 27 Aralık 1571’de, Aziz Johannes gününde dünyaya gelmiş ve adı bu sebeple Johannes olmuştur. Reformasyonun babası Martin Luther de 1483 yılının 10 Kasım’ını  11 Kasım’a bağlayan gecesinde dünyaya gelmesi sebebi ile Aziz Martin gününe nisbeten Martin olarak vaftiz edilmiştir.

Ortaçağ’da doğum günü adeti henüz ortaya çıkmamışken pek çok kimse doğum tarihini ismine nisbeten bilmekte idi. Örneğin, 21 Eylül 1621 yılında doğmuş olan Mathias isimli bir kimse doğum tarihini “Büyük savaşın (Otuz Yıl Savaşları) üçüncü senesinin Mathias gününde doğmuşum.” şeklinde tarif etmekteydi. İsim günü kutlama alışkanlığı bu dönemde oldukça yaygındı. Günümüzde de bu alışkanlık özellikle dindar katolikler arasında son derece yaygındır ve doğum gününden daha önemlidir. Özellikle manastır keşişleri arasında isim günü kutlaması adeta bir vecibedir ve keşişler genellikle doğum günü kutlamazlar.  


İsim Takvimi'nin ne olduğununu anlamamız Sevgililer Günü’nün de ne olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. “Calendarium Romanum Generale“ yılın her gününe belli ayin günlerinin ve o zamana kadar aziz olarak yaşamış kimselerin isimlerinin verilmesi ile oluşturulmuş bir takvimdir ve genellikle hıristiyan azizlerinin ölüm günleri ile isimlendirilir. Özellikle Hıristiyanlık için öldürüldüğüne inanılan kimseler, şehadet (Yun. Martyr) günleri esas alınarak bu azizlerin anılması ilk dönem Hıristiyanlığı'ndan beridir adet haline gelmiştir. Henüz 164 yılında, İzmir'de, ismini bilmediğimiz bir Aziz'in şehadet günü anması tertip edilmiştir[5]. Misalen, 11 Kasım tarihi Tourslu Aziz Martin’in ölüm yıldönümü olarak Aziz Martin günü olarak adlandırılır. Ancak sayıları yüzlerle ifade edilen hıristiyan azizlerine isim günü vermek için 365 günün yetmiyor olması, bir günün birkaç azizin birden ismi ile adlandırılmasını neticelendirmiştir. 

Takvim günlerinin azizler arasında pay edilmesi “manevi himaye” (Patronaj) geleneğinin de doğmasına sebep olmuştur. Her aziz ismini taşıyan kimselerin manevi koruyucusu (Patron) kabul edilmiş ve azizlerin kendilerine özel güçlerle, belli dert sahiplerine deva verdiklerine inanılmıştır.

Örneğin Aziz Peregrinus Lazios kanser, cilt hastalıkları, romatizma ve AIDS hastalıklarından sorumlu aziz olarak kabul edilmiş; bu hastalıklara duçar olanların Aziz Peregrin’e dua ederek iyileşmeleri umulmuştur. (Sol taraftaki resim Aziz Peregrin'i cilt hastalarına şifa dağıtırken gösteren freskodur). Bir azizin hangi hastalıklar ve sosyal olaylardan sorumlu olacağını Kilise belirlemektedir. Peregrin örneğinde olduğu gibi, AIDS hastalığının ortaya çıkması ile Peregrinus bu maraza maruz kalanlardan da sorumlu görülmüştür. 

Bununla birlikte azizlerin belli bölgelere himaye ettiklerine inanılmıştır. Örneğin Nursialı Benediktus Avrupa’nın koruyucusu ilan edilmiştir. Bu sebeple Kardinal Joseph Ratzinger, Papalık tacını takarken Benedictus ismini almış ve Avrupa’ya verdiği önemi ortaya koymuştur. 

Azizlerin kendi isimlerini taşıyan kimseleri himaye ettikleri yönünde kuvvetli bir inanç vardır. Bu inanç adak[6] adetlerinin doğmasına sebep olmuştur. Buna en güzel örnek Viyana Hohermarkt’ta bulunan Vermählungsbrunnen’dir. Çeşme İmparator I. Leopold’ün oğlu veliaht prens Josef’in (sonradan İmparator I. Josef ) manevi koruyucusu Aziz Josef’e adanmıştır. Bu sebeple Josefbrunne olarak da adlandırılmaktadır. Sözkonusu Aziz Josef, Bakire Meryem’in nişanlısı olduğuna inanılan Josef’den başkası değildir. İmparator I. Leopold, 1702 senesinde Almanya’nın Fransa sınırında bulunan Landau kalesi muhasarasına katılan oğlu veliaht prens Josef’in hayatından duyduğu kaygı sebebiyle bu çeşmenin yapım emrini vermiş ve oğlunun manevi koruyucusu Aziz Josef’e adamıştır. Prens’in seferden sağ salim dönmesi çeşmeden razı olan Aziz Josef’in himayesine bağlanmıştır.

Bu azizlerin isimleri ile adlandırılan bölgelerde, isim gününe uygun olarak Patrizinium adı verilen şenlikler düzenlenmesi adet haline gelmiştir. Örneğin 1 Mayıs Aziz Peregrinus günüdür ve Viyana’nın Peregrin (Serviten) semtinde Peregrin Patrizinium’u düzenlenir. 14 Şubat Aziz Valentin günüdür ve Avusturya’nın Niederösterreich Eyaleti’nde bulunan St. Valentin kasabasında Valentin Patrizinium’u düzenlenir. Patrizinum geçmişte büyük bir şenlik olarak düzenlenirken, günümüzde bu şenlikler önemini yitirmiştir.

14 Şubat Aziz Valentin günüdür; dolayısıyla Valentin/Valentina ismine sahip olan kimselerin de isim günüdür. Aziz Valentin yüzyıllarca menenjit hastalarının koruyucusu kabul edilmiş, ilerleyen dönemlerde ise hıristiyanlığın üçüncü sakramenti olan nikahın koruyucusu ilan edilmiştir. Eşler bu günde evliliklerinden mutluluğun ve bereketin eksik olmaması için Aziz Valentin’e niyazda bulunurlar. Valentin Patriziniumları'nda Aziz Valentin’in koruyucu özelliklerinden dolayı, özellikle menenjit hastaları ve evli çiftler için organizasyonlar tertip edilir; kilisede ayin sonrası çiftler ve menenjit hastaları kutsanır. Bu kutsama esnasında hıristiyanlığın yedinci sakramenti olan hastaların kutsal yağ ile mesh edilmesi özellikle menenjit hastalarına özel olarak tertip edilir ve menenjit hastaları özellikle bu günü beklerler.

Bu noktada yanlış anlaşılması muhtemel üç hususun altını çizmek istiyorum:

·         İsim günü Orta Çağ’da ortaya çıkmamış, ancak bu dönemde önem kazanmıştır. Bu sebeple isim günü adeti sadece katoliklere mahsus bir uygulama değildir; ortodoks ve protestanlar da aynı günleri bazı farklarla da olsa kutlamaktadırlar.
·         Aziz Valentin günü ülkemizde sıkça dile getirildiği gibi bir Hıristiyan Bayramı (Yortu) değildir. Zira yukarıda da belirtildiği gibi yılın her günü bir azize tahsis edilmiştir.
·         Aziz Valentin sevgililerin değil, nikah sakramentine sahip, dindar hırsityanların mutluluğunun koruyucusu olarak kabul edilmektedir. Ancak neo-kapitalist transformasyon sonrası nikah ve sakramentler yok sayılarak; 14 Şubat sevgililere mahsus bir gün olarak lanse edilmiştir.

Yukarıdaki izahlardan da anlaşılacağı gibi 14 Şubat Hıristiyanlar’a mahsus bir isim günüdür ve ismin kaynağı olan "Patron Aziz"in koruyucu özelliklerine atıfta bulunulmaktadır. İslam alimi olmak iddiasına sahip olmadığım için, bu günü kutlamanın dinimizde nasıl bir karşılığı olduğu hakkında kanaat belirtecek değilim. Ancak müslüman dostlarıma, 14 Şubat’ta manasız kutlamalar yapmak yerine; varsa Valentin/Valentina adlı dostlarının isim günlerini kutlamalarını salık veririm.  




İsim Günleri Listesi (Katolik Kilisesi’ne göre) 

     



[1] Alm. “Durch die Taufe gehören wir Christus an”
[2] Bu itikad 1965 yılında II. Vatikan Konsili’nde yumuşatılmış ve vaftiz olmayanların da ahırette kurtulabilecekleri ifade edilmiştir. Bkz. Kleines Konzilskomnedium Kapitel “Nostre Aetate” madde 3
[3] TRE. 34. Cilt S. 84
[4] Schmidt, Kurt Dietrich(1975); Die Katholische Reform und Gegenreformation S.7; Vandenhoeck&Rupprecht (Göttingen)
[5] TRE. 11. Cilt S.115
[5] Alm. Votiv