Son günlerde sürüp giden cemaat
tartışmaları çok bilinen bir gerçek ile bir kez daha yüzyüze gelmemizi sağladı:
Cemaatinin her türlü kusurunu müdafaa etmek ve yok farzetmek; ülkemizde cemaat
müntesibi olmanın bir hassasıdır. Bu tavrın hangi refleksin sonucu olduğunu
düşünmek, aslında cemaatlerin yapısal analizini yapmaktan başka bir anlama gelmiyor. Ülkemizdeki cemaatlerin bir takım farklılıklarla birlikte paralel
karakteristikler arzetmekte olduğu muhakkaktır. Sözkonusu cemaatler içinde şüphesiz
tarihi arka planı ve karizması ile cemaatlerin genel karakteristiğini şekillendiren cemaat
Nurculuk hareketi olarak dikkat çekmekte. Nurculuk, sirayet ettiği cemaatlerin yapısını derinden
etkilemiş ve bu yapılara kendi karakteristiğini bir şablon olarak sunmuştur.
Aşağıdaki yazı, Nurculuk hareketinden yola çıkarak cemaatlerin genel
karakteristiği üzerine kaleme alınmış bir yazıdır ve cemaat karakteristiğinin
sahip olduğu pek çok açıdan bir açıyı yorumlamaya çalışmaktadır.
Joseph Jacotot, 19 yaşında genç bir öğretmen olarak Fransız İhtilali’nin
meydana getirdiği heyecan atmosferine katılmış ve ihtilalin imkanlarından
faydalanarak önemli mevkilere gelmişti. Genç bir adam iken ihtilalin önünde
açtığı ikbal kapıları, Bourbon’ların tekrar iktidara gelerek, krallığı
kurmaları ile ardına kadar kapanmış;
Jacotot, Hollanda Krallığı’nda sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştı.
1818 yılında, ellisine merdiven dayamış bir adam olarak Leuven Üniversitesi’nde
ders vermeye başlayan Jacotot’ya ilgi büyüktü. Sadece Leuven’in Fransız
azınlığından değil; Felemenk kısmından gelen öğrenciler de Jacotot’yu büyük bir
heyecan ile takip ediyorlardı. Ancak bir sorun vardı: Ne Jacotot Felemenkçe
biliyordu, ne de Felemenkler Fransızca. Buna rağmen Jacotot’nun karizması felemenk
talebeleri hiç anlamadıkları bir derse çekmekteydi. Jacotot bu sorun ile
boğuşarak derslerini sürdürdü. Jacotot ile öğrencileri arasında uzunca bir süre
herhangi bir bilgi aktarımı meydana gelmedi. Ancak Jacotot hoca, öğrencileri de
öğrenciler olarak sınıfta kendilerine düşen görevi yerine getirdiler ve formel
ders disiplinin dışına çıkmadılar.
Jacotot’nun bu sorun karşısında ne gibi çözüm yolları aradığı ve nasıl bir
sonuca ulaştığı bu yazının ebatlarını aşacak kadar uzun bir hikaye. Ancak
Jacotot’nun hikayesini “Le Maître ignorant“ (Cahil Üstad) isimli eserinde yorumlayan
Jacques Ranciere’in yorumları bizim için son derece önemli. Ranciere, aralarında en temel
vasıta olan lisan bağlantısı olmayan öğretmen ve öğrencilerin ilişkisini bir hegemonya ilişkisi şeklinde yorumluyor ve mealen diyor ki “Aslında
bir öğretmen ve öğrenci ilişkisini tesis etmenin öncelikli şartı, bir grubun
kendisinden daha fazla şey bilen bir öğretmenin önderliğine tabi olması
değildir. Burada bilginin rol oynamadığı açıktır. Önemli olan bir hegemonyanın
tesisi ve bu hegemonyanın iki tarafında yer alan; rehber ve bu rehberliğe tabi
olacak tarafların meydana getirilmesidir. Bu ilişkiyi tesis ettiğiniz taktirde
bir cahil dahi, alimlerden oluşan bir gruba öğretmenlik yapabilir.”
Bir gruba rehberlikte bulunmayı hegemonya ilişkisi ile yorumlamak, şüphesiz
Ranciere’in neomarksist bakış açısı ile ilişkilendirilebilir. Geleneksel
marksist düşüncenin beşeri münasabetleri sınıf ayrılığı temelinde değerlendirmesi
Ranciere’i böyle bir değerlendirmeye sevketmiş olabilir. Marksist düşünce
kalıplarının Risale-i Nur ve Müellifi’nin öncelikli tenkid hedefleri arasında
yer alması, şüphesiz Risale-i Nur hareketine bu tarzda eleştirel bir yaklaşım
ile bakmamızı zorlaştırıyor. Buna rağmen hegemonya temelli bir cemaat
okumasının günümüz Risale-i Nur hareketinin reflekslerini yorumlama adına son
derece önemli olduğu kanaatindeyim.
Gramsci’nin “Hegemonya” tarifi pek çoklarımızca maruftur ve hegemonya
altına giren kitlenin bu noktada istek sahibi olması esasına dayanır.
Hegemonya’nın hüküm sürdüğü yerde, baskıdan ziyade ikna etmek ve ikna olan
kitleye belli davranış kalıplarını, ideal kalıplar olarak sunmak hegemonyanın
bir karakteristiğidir. Hegemonyal yönlendirmeye tabi tutulan kimse için,
kendisine ideal olarak tanıtılan hedefe doğru koşması sadece bir imaya bakar.
Zira kişi, hegemonyal yapı içinde kendisinin nakıs olduğuna ve doğru olanın
kendisine örnek teşkil eden kimse olduğuna o kadar inanmış olacaktır ki; sözkonusu
hedefle tanışmasının ardından mevcut durumunu bu hedefe kıyasla
değerlendirmekten geri durmayacaktır.
Bediüzzaman’ın herhangi bir hegemonyal yönlendirme çabasına karşı nasıl bir
reaksiyon vereceğini kestirmek hiç de güç değil. Bulunduğu sosyal konum göz
önünde bulundurulduğunda; Bediüzzaman’ın, beşeri münasebet kalıpları ile arası
bu kadar açık bir çağdaşı daha yoktur diye tahmin ediyorum. Beşeri kalıplarla
mukayyed olmayı bu kadar şiddetle reddeden bir kimsenin hegemonyal
yönlendirmeye tabi tutulması düşünülemez. Buna rağmen Nurculuk hareketinin tarihine baktığımız zaman karşılaştığımız gerçek, Bediüzzaman’ın
talebelerinin, üstadları kadar müstağni yaşamayışları ile Bediüzzaman’ın içine
girmekten içtinab ettiği bazı kalıpların içine girmiş oldukları; bazılarını ise bizzat bu tarzda kalıplar tesis ettikleridir. Tarihsel gelişimi içinde Risale-i Nur hareketinin, Bediüzzaman
tarafından vahid-i kıyasi şeklinde tarif edilebilecek bir müesseseyi ortaya
çıkarttığını söylemek mümkündür. Abilik müessesesi olarak adlandırılabilecek bu
müessese için “bir vahid-i kıyasidir” dememiz Risale-i Nur jargonuna ters düşmeyecektir.
Zira esas itibariyle var olmayan bir müessesenin, fonksiyonel olarak
-hendesedeki farazi hatlar gibi- hareketin merkezinde varmış gibi yorumlanması
bu iddiamızı destekler mahiyettedir. O kadar ki, abiler bir takım
değerlendirmelerin yapılabilmesi için sıklıkla bir meşruiyet kaynağı olarak
görülmekte. Kendilerinden yola çıkarak kıyas yapıldığı göz önünde
bulundurulursa, sözkonusu abilerin hakikaten bir vahid-i kıyasi kisvesine
bürünmekte oldukları söylenebilir. Risale-i Nur hareketlerinde davranış kalıplarına
ek olarak, giyim kuşam, dilin kullanımı gibi karakteristikler bu abilerden yola
çıkarak meydana getirilmekte ve bu karakteristikler ideal olarak sunulmakta.
Oluşan bu karakteristik, artık yapının alamet-i farikasıdır ve karakteristiğe
ilham sağlayan abiler indirekt olarak yapının vucut bulmuş halidir. Kişinin bu
harekete ne kadar uyum sağladığını belirleyen en önemli mikyas, bu
karakteristiğe ne oranda uyduğu ve bu karakteristikten ne kadar az sapma
gösterdiğine bağlıdır. Bu bakımdan hegemonyanın Risale-i Nur hareketi içinde
bir şekilde tesis edilmediğini söylemek oldukça güçtür. Hegemonyal yapının
kendisini en yoğun olarak hissettirdiği Risale-i Nur hareketleri ise;
yönlendiricilerin daha hasbi ve aynı sınıftan olmayı tarif eden bir tavsif
olan“abi” yerine, daha mesafeli ve farklı sınıflarda bulunulduğu hissini
uyandıran “hoca” olarak adlandırıldıkları yapılar olarak karşımıza çıkıyor.
Elhakku ya’lu vela yu’la aleyh düsturunu “Hakkın hatrı alidir, hiçbir hatra
feda edilemez” şeklinde tercüme eden Bediüzzaman’ın, takipçileri için bu
hegemonyal yapıyı hedeflediğini söylemek son derece zor. Esasen hayatını
gözardı etsek bile, bu prensibe verdiği önemden yola çıkarak Bediüzzaman’ın
hegemonya ile arasının hoş olamayacağı sonucuna ulaşabiliriz. Zira hakikat, zatından
kaynaklanan bir meşruiyete sahip iken; hegemonyal yapıda meşruiyet,
hegemonyanın üst tarafında yer alan yapının yorumları ile kendisine yol
bulabilmekte. Hegemonyanın tesis edilmesi ile birlikte, bizatihi bir meşruiyet
kaynağı olan hakikat ile hakikat talibinin arasına lejitimasyon kaynakları
girmekte. Risale-i Nur hareketi özelinde bu durumun iki önemli sonucunu
gözlemlemek mümkün:
·
Risale-i
Nur hareketinin hegemonya temelinde kurumsallaşması ve esas itibariyle eser
kaynaklı olmayan davranış ve dış görünüş kalıparının ortaya çıkması.
·
Harekete
dahil olan fertlerin eser ve eserlerden çıkartılabilecek hakikatler ile
arasındaki direk ilişkinin bir şekilde kesilmesi ve araya kurumsal kalıpların
sokulması.
Jacotot ve talebeleri arasındaki ilişki türü, Jacotot’nun ilk etapta
anlaşılmasa dahi; bir figür olarak hegemonyal yapının başında bulunmasını ve
üstad olarak yorumlanmasını beraberinde getirmişti. Jacotot hiç bir şey
veremediği talebelerini gözlemleyerek, kişinin kendi çıkarımlarına itimad
etmemesinin bir “nivellement” (aptallaştırma) ile sonuçlanacağı sonucuna varmış
ve aslında hegemonyal bir fonksiyondan başka bir şey olmayan bir eğitmen
rolünün kişiyi yönlendirmeye başladığı anda maksada aykırı bir mahiyet
kazandığına hükmetmişti. Jacotot’nun vardığı sonuç şüphesiz Risale-i Nur’u
anlama gayreti içinde bulunan pek çokları için bir örnek teşkil etmekte.
Hegemonyanın meydana getirdiği yorumlama kalıpları içinde te’vil edilen bir
eserin tam olarak yorumlanabildiğini ve bir “nivellement” ile sonuçlanmadığını
iddia etmek, ancak hüsn-ü zan ile açıklanabilir. Abi olarak adlandırılan ve
meşruiyet kaynağı olarak kendilerinden sık sık alıntılar yapılan kimselerin,
Ranciere’in ifadesi ile “hakikati okuyandan daha fazla bilmesinin gerekmediği”
bir yerde, Risale-i Nur’un hedeflenen şekilde hakikat merkezli bir bakış açısı
ile okunmasını mümkün olabilir mi? Şu halde Risale-i Nur’un yorumlanması,
vahid-i kıyasi olarak ortaya çıkmış yapının selameti için ikinci planda
tutulmakta ve sözkonusu yapı primer, Risale-i Nur sekunder bir pozisyon
almaktadır.
Bu durum, kendilerini Risale-i Nur’a isnad eden kurumsallaşmış cemaat
yapıları değerlendirilirken daha da önem kazanmakta. Hegemonyal bir ilişki
biçimi ile açıkladığımız müesses yapının temsilcilerinin, söylediklerinin
içeriğine bakılmaksızın, yapı kaynaklı bir meşruiyet ile kabul görmekte
olduğunu söylediğimiz anda; bu abilerin aslında Jacotot’un Leaven
Üniversitesi’ndeki fonksiyonundan başka bir fonksiyona sahip olmadıklarını
söylemiş oluyoruz. Esasen eser içeriğinin hesaba katılmaması çoğu zaman rahatlatıcı
bir durum olarak karşımıza çıkabilmekte. Zira sözkonusu abilerin (hocaların)
söylemleri, Risale-i Nur’un düsturları ile çelişki arzettiklerinde, yapısal
meşruiyetin bir sonucu olarak, yol müntesibi söz konusu zata hüsn-ü zan ile
bakmak ve “aslında onu kastetmediği” yorumunu yapmak zorunda bırakılmakta.
Eserin içeriği ile yorumlaması arasına abilerinin devirdiği çamlar sıkışan bu
kimsenin, vicdan muhasebeleri ve kendisini ikna süreçleri yaşarken bir “nivellement”ya
maruz kalmadığını iddia edebilir miyiz? Böyle bir dualite ile karşı karşıya
kalan kimse için bu yükten kurtulmanın ve söz konusu sıkıntıyı aşmanın çaresi,
iki ihtimalden birisini seçerek yoluna devam etmekte yatacaktır: Ya kendi
çıkarımından yola çıkarak özgür bir fert olacak ve hakikaten tatmin olacağı bir
cevabı seçecek; yahut Bediüzzaman’ın zihni tenvim etmek dediği şeyi yapacak,
kendi huzuru, yapının selameti için hegemonyal bir ikna aygıtına dönüştürülen
hüsn-ü zan ile yaklaşacak ve meseleyi kapatacaktır. Böylelikle sözkonusu
abiler, hegemonyal ilişki biçiminin tabi bir neticesi olarak, artık meşruiyetini
Risale-i Nur’dan alan bir kurumun temsilcileri olmanın çok ötesinde bir yere
konumlanmışlardır. Zira Risale-i nur ile abiler arasında meydana gelen
diskrepans bir kez abiler lehine bozulmuştur. Öyle ki, belki Risale-i Nur
çoğunlukla meşruiyetini bu abilerin tasdiklerinden ve mübalağalarından alır bir
pozisyona indirgenmiştir. Şu halde aslında bu abilerin şu veya bu söylemlerde
bulunmalarının herhangi bir önemi yoktur. İçerik ve mana derinliği, yapının var
olması için feda edilmek durumundadır. Yapı içinde Jacotot benzeri bir abi
vardır-hatta olmalıdır- ve bu abiye tebaiyet eden bir kitle vardır. Bu esasen
hegemonyal ilişki türünün bir hassa-i lazımesinden başka birşey değildir. Bu
sebepten ötürüdür ki bir kimsenin bir kereye mahsus ve yanlışlıkla dahi olsa
“abi” sıfatı ile tavsifi, onu bu dağılımda bir üst sınıfa taşımaya yetecektir.
Gramsci hegemonyayı tarif ederken, bu yönlendirme türünün bir süre sonra
alışkanlık haline geldiğinin ve hegemonyanın kendisini yenilediğinin altını
çizer. Bu sebeple yenilenen hegemonyal algıda abinin kim olduğunun artık bir
önemi kalmayacaktır. Bir vahid-i kıyasiden ibaret bir müessese, bir süre sonra
kemikleşerek, kişilere lejitimasyon sağlayan bir kaynak haline gelince; bu
meşruiyete mazhar olan kimse bizzat bir meşruiyet kaynağı haline gelecektir. Bu
somut meşruiyet kaynaklarının selameti uğruna, pek çokları için soyut bir
varlıktan ibaret olan hakikatten ödün vermek ise kaçınılmaz hale gelecektir.
Yukarıda bulunduğumuz iddiayı yineleyecek olursak; hegemonyal yapının hatrı
için, hatrı ali olan ve hiç bir hatra feda edilemeyecek olan hakkın hatrı
haleldar edilecektir.
Jacotot’dan yola çıkarak yorumlamaya çalıştığım dönüşüm artık algılarımızı
zorlar boyutlara ulaştı. Bu bakımdan, Risale-i Nur camiasına mensup bir yerde,
bir gün, bir Jacotot abi ile tanışmak benim için bir sürpriz olmayacak.
Jacotot, Leuven Üniversitesi’nde de barınamayıp bir şekilde Türkiye’ye gelse;
bu yapının içinde Jacotot abi olarak tanınmasını sağlayacak bir bıyıktan başka
neye ihtiyaç duyacaktı ki? Eser merkezli bir hareketin, şahıs merkezli bir
harekete transforme oluşununun zararları, öyle görülüyor ki ancak bir Jacotot
abi zuhur edince anlaşılacak.