Translate

9 Ağustos 2013 Cuma

Kilise Tarihi yorumu ile Salat-ı Ümmiye


Dünyaca ünlü Wiener Sängerknaben korosunun konserini uzun süredir tanıdığım bir kaplan (vekil rahip) ile birlikte izlemiştim. Sinn-i buluğa ermemiş erkek çocuklarından oluşan koroyu büyük keyifle izledik. Çocukların olanca ciddiyetleri ve masumiyetleri ile seslendirdikleri eserler arasında en etkileyici olanı Stille Nacht ilahisi idi. Kendimi kaptırmış, eseri dinlerken kulağıma eğilen arkadaşımın “Sizde de Stille Nacht benzeri bir eser var mı?” sorusu beni konserden koparttı ve düşünmeğe başladım. Stille Nacht... Noel ayinin olmazsa olmazı, her dilde okunan, melodisi tüm katoliklerin kulağında olan, Hz. İsa’nın doğumunu ve evsafını anlatan bu eserin bizde bir mukabili var mıydı? Tam olarak bir mukabilinin olmadığı hükmüne vardım; ancak Salat-ı Ümmiye kafamı kurcalıyordu ve hemen kestirip atamıyordum. Melodisi heryerde farklılık gösteren Salat-ı Ümmiye, Stille Nacht’ın aksine Arapça metnin değişkenlik göstermeyişi ile müslümanlar arasında bir lirik müştereklik tesis ediyordu. Ben Salat-ı Ümmiye hakkında düşünmeğe koyulurken, konser berheva oldu. Nasıl oluyordu da aslında bir tenzil anlamı taşıyan ümmiyet, müslümanların Peygamberlerini (Sav) medhederlerken kullandıkları  bir vasıf haline gelmişti? Ancak bu düşünceler İslami literatürün ümmiyete getirdiği izahları referans almadan, Kilise Tarihi disiplininden yola çıkarak sürdü gitti. İslami literatürde ümmiyete pek çok mana hamledilmiş. Kimi izahta ümmiyetin manası Efendimiz’in (Sav) mucizesi olarak anlamlandırılırken kimi izahta “Muallimi yalnız Allah olan bir zat” oluşu vurgulanmış. Ancak ben batının teolojik malumatları ile meseleye bakarak bir yerlere gelebileceğimi hissediyordum. Bu sebeple tüm gece bu mesele ile hemhal oldum. Şunu ifade etmeliyim ki, bu tefekkür nihayetinde vardığım sonucun benim için son derece keyifli mahsülatı oldu. Aşağıdaki satırlar, o gece hatrıma gelenlerden mürekkeptir ve “Salat-ı Ümmiye aslında bu demektir” gibi bir iddiaya sahip değildir; belki ümmiyetin vurgulanmamış bir tarafına değinmektedir.

Semitik Kültür ve Helenizasyon 

Katolik Kilisesi kuruluş günü olarak eksodus gününü, yani Hz. Musa’nın Beni İsrail’i Mısır’dan çıkarttığı günü kabul eder. Allah kendisine bir kavmi özel olarak seçmiş ve dinini bu kavim üzerinden tesis etmiştir. Katolik Kilisesi ise, Hz. Mesih’in zuhurundan sonra seçilmiş kavim olma özelliğini İsrailoğullarından devralmıştır[1]. İsrailoğulları’nın zatında kristalize olmuş olan şey yalnız semitik kültür değil, aynı zamanda bizatihi ilahi din olarak görülmüştür. Öyle ki Kilise Tarihi, Asurlular tarafından sürgüne mahkum kılınan İsrailoğullarının tapınaklarını, kutsal kitaplarını, hatta kısmen dillerini kaybetmelerine rağmen; kültürlerine sarılarak yeniden bir din inşaa ettiklerini yazar. Dini muhafazada kültüre bu kadar merkezi bir değer atfedilmesinin en önemli sebebi, semitik kültürü yaratan öğenin insanlar tarafından gelenek haline getirilen ananeler olarak görülmemesinde yatar. Allah bizatihi bu kültürü yaratmış ve şekillendirmiştir; bunu da peygamberler (Arapça peygamber anlamına gelen “Nebi” kelimesinin karşılığı İbranice’de “Navi” dir. Kilise tarihçileri İsrailoğulları’nın Navisiz bir dönem geçirmediklerini varsaymaktalar. Ancak burada 'Kult Navi' kavramının göz ardı edilmemesi gerektiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Kult Navi için Bkz. Theologische Real Enzyklopädie „Prophet“ maddesi) aracılığı ile yapmıştır. İsrailoğulları, Mısır'dan Çıkış (Eksodus) hadisesi ile Hz. İsa arasında kalan ve 1250 yıl olduğu varsayılan sürede karşılaştığı tüm zorlukları bu kültür ile aşmıştır. Ancak uzun süre saf bir şekilde muhafaza edilmiş olan bu kültür, maruz kaldığı tahrifat ve tebeddülat ile saflığını yitirmiştir. Ahd-i Atik’in son kitaplarından Amos ve Micha kitaplarında, bu kültürde yaşanan tahribatın sadece kültürel bir yıkım olarak değil, aksine daha çok dini bir yıkım olarak anlaşıldığını görmekteyiz. Amos Kitabı’nda, bu kültürel tahrifat sebebi ile İsrailoğulları’nın geri dönülmez bir sapkınlıkta olduğuna değinilmiş ve Allah’ın ağzından defalarca “Hala bana dönmediniz!” ikazı yapılmış. Bu dönmemenin neticesi olarak İsrailoğulları’nın affedilmemek üzere lanetlendiği Hoşea Kitabı’nda yer almaktadır: “ O kızın adını Lo Ruhama koy, zira ben İsrailoğullarına artık merhamet etmeyecek ve onları bağışlamayacağım.[2]”  Peki laneti celbedecek ve dönülemeyecek seviyeye ulaşan bu sapkınlık ne ile izah edilebilir?

Oryentalizm bilimi, eski oryentalizm ve oryentalizm olarak ikiye ayrılır. Eski oryentalizm benim tarafımdan şarkın tarihi ile ilgilenen bir bilim dalı olarak anlaşılageldi. Oryentalizm de olsa olsa günümüz şarkiyat mevzularını araştıran bir bilim dalı olsa gerekti. Kazın ayağının öyle olmadığını Otto Eckart’tan öğrendim. Otto Eckart, bu hususta kendisine yönelttiğim suali şu sözlerle cevaplamıştı: “Eski oryentalizm ile oryentalizm dönemlerini birbirinden ayıran olay Büyük İskender’in doğu seferidir. Bu olay belki de insanlık tarihi açısından milat olmayı hak edecek kadar önemli bir olaydır. Büyük İskender’in öncesinde var olmuş olan ne varsa eski oryentalizme, sonrasında var olmuş olanlar ise çağdaş oryentalizme ait meselelerdir.” Doğrusu oryentalizm hakkında ihtisas sahibi olmak iddiasında olmadığım için, bu temel ve basit ayrımı bilmiyor olmak beni hiç de mahcup etmedi. Zaten Eckart da, muhatabına ala külli hal cahil muamelesi yapan Türk profesörlerden farklı bir adam olduğu için; bu konudaki cehaletimi izale etmemi gerektirecek motivasyonu sağlamadı. Halen Eckart’ın şifahi tarifi ile biliyorum bu mevzuyu. Peki Büyük İskender’in doğu seferini bu kadar önemli kılan şey ne idi? “Kültürler birbirine karıştı” şeklinde cevaplandırmıştı bu soruyu Eckart. “Fars kültürü, Mısır kültürü, İbrani kültürü gibi kadim kültürler kendilerini yaratan dinamiklerin dışına çıktılar ve kimi kısmen, kimi neredeyse tamamen helenize oldular. Artık helenizasyonun bulaşmadığı kadim kültürler neredeyse yok gibidir.” Meselenin bundan sonrasını Kilise Tarihi’nden yola çıkarak yorumlamak benim için mümkün hale geldi. Ancak verdiği bu kopyadan dolayı Eckart’a karşı derin bir medyuniyet hissettim.

Meselemizin esasına gelebilmek için bir soruyu cevaplamalıyız: Peki Büyük İskender’in doğu seferinin İsrailoğullarına ve Semitik kültüre ne gibi etkileri olmuştur?

MÖ 323’te vefat eden Büyük İskender, ardında çeşitli milletlerden oluşan, ancak her birisine bir Yunan idarecinin hümkettiği devletler bıraktı. Bu devletlerden biri de Filistin’i ve dolayısıyla Yahudileri de kapsayan helenistik devletti. Bu devletin İsrailoğulları’nın kültürel yapısını tamamen değiştirdiği üzerinde ittifak vardır. Artık Filistin’de de Helenistik şehirler kurulmuştur. Şehir, klasik Yunan şehirlerinde olduğu gibi bir Agora (Çarşı) etrafında şekillendirilmiş, agoranın idaresi demokratik seçim ile sağlanmıştır. Bu durum sadece urbanik bir değişimden ibaret kalmamış, şehirlerde cari dil İbranice ve Aramice olmaktan çıkmış ve halk Yunanca konuşmaya başlamıştır. Öyle ki, Hıristiyanlığın en büyük müeessislerinden Paulus (Saul) Tarsus’ta, kapalı bir Yahudi gettosunda doğmuş bir Yahudidir; ancak anadili Yunanca’dır. Paulus İbranice’yi ise sinagogta öğrenmek zorunda kalmıştır.[3] Genç Saul, din tahsili için Kudüs’e, Üstad Gamaliyel’e geldiği vakit kuvvetle muhtemeldir ki halen mükemmel bir ibranice bilgisine sahip değildir ve yine büyük ihtimal ile Gamaliyel ile aralarında kullandıkları dil zaman zaman Yunanca’dır. Artık bu helenleşme temayülü o kadar ileri gitmiştir ki; İbranilerin helenistik olan herşeyi üstün görmeleri, buna mukabil semitik olanı horlamaları ile neticelenmiştir. Helenistik olan muasır, semitik olan ise tutucudur. Herodyen adı verilen yeni bir dindarlık türü ortaya çıkmıştır ve semitik olan din algısı reddedilerek helenistik din algısı ortaya konmuştur. Artık İsrailoğulları yatarak yemek yiyen, helenistik gündelik yaşam normlarını tatbik eden insanlardır. Koine adı verilen ortak dil -Ki bu dil Atina Yunancası’nın biraz daha basitleştirilmiş şeklinden ibarettir- insanlar ve şehirler arasında bağ kuran dil haline gelmiştir. Koine vasıtasıyla İbrani şehirleri, kendilerini Yunanistan’a bağlayan bir aidiyet geliştirmişlerdir[4]. Filistin Kralı Herodes, tarihin gördüğü en büyük arenalardan birini inşaa ettirmiş ve “Herodes Oyunları” tertip etmiştir. Tüm bu saydıklarımızın M.Ö. 3. Yüzyıl’da, yani Hz. İsa’dan bir kaç asır önce vuku bulduğunun altını çizelim. Dolayısıyla pek çok İslami kaynakta yer alan “Roma sonrası Hıristiyanlık helenize olmuştur!” peşin kabulünün bir haklılığının olmadığını belirtmeliyim. Hz. İsa zaten son derece helenize olmuş bir toplumda, bir Roma vatandaşı olarak yaşamıştır. Bu helenize oluş din algısına da direk sirayet etmiştir. Öyle ki ilk dönem Hıristiyan teologları “Yaratılışın gayesi nedir?” sorusuna “tekamül ederek tanrı olmayı amaçlamaktır, tanrılaşmaktır. Tüm arzu edilebileceklerin nihai noktası bir tanrı olmaktır.” şeklinde cevaplandırmışlardır[5]. Hayatın merkezi haline gelen agora artık dini hayatın da merkezindedir. İbadethaneler bir çeşit Pazar yeri haline gelmiştir. Bu durum İncil’in müteaddit yerlerinde hikaye edilmektedir: "Yahudilerin pesah (fısıh) bayramı yakındı. İsa da Kudüs'e gitti. Tapınağın avlusunda sığır, koyun ve güvercin satanlar ile, bir kenarda oturmuş para bozanları gördü. Bunun üzerine ipten bir kamçı yaptı ve koyunlar ile keçileri önüne katarak hepsini kovdu; para bozanların tezgahını devirdi, paralarını döktü ve güvercin satıcılarına şöyle haykırdı:"Bunları buradan kaldırın, babamın evini pazar yerine çevirmeyin!"[6] Ahd-i cedidin bütününe bakıldığında; Hz. İsa’nın en büyük mücadelesinin, akâidî bir tashihten ziyade, yozlaşan dini yapının restorasyonu ile alakalı olduğu görülür. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, yozlaşan dini yapı, yozlaşan kültürel yapının bir parçasından ibarettir. Artık İsrailoğulları’nın dünyaya bakışı, olayları yorumlayışı bambaşkalaşmıştır. Ancak buradan İsrailoğulları’nın tam anlamıyla grekleştiklerini iddia etmek mümkün değildir. Paulus’un Korintliler’e yazdığı birinci mektupta bu durumu yorumlamamıza yardımcı olacak bilgiler vardır: “İsrailoğulları sizden delil olarak mucize isterler, Yunanlılar ise felsefeyi tercih eder.[7]” Dolayısıyla, İsrailoğulları’nın grek bir millet haline gelmemekle birlikte; grekleşmiş semitik bir topluluk haline geldikleri tesbitini yapabiliriz. Allah tarafından, kodları İsrail kültürünün içine yerleştirilmiş olan ilahi dinin İsrail tarafından yorumlanması artık bu kodların çok ötesinde unsurlar ile yapılmaktadır. Bu sebeple İsrailoğulları’nın yeni bir mesaja ilk muhatap olacak olanlar vasfını yitirmiş olduklarını iddia etmek istiyorum. Zira İsrail, herhangi bir mesajı, sadece mesajdan yola çıkarak algılayacak saflığa artık malik değildir. “Sonradan alınan her malumat, kendinden önce alınan malumatlar ile anlaşılır, onlar ile yorumlanır” kaidesi devreye girmiştir. İşte böyle bir ortamda Hz. Mesih, mesihliğini yapmış; bir devri kapamış ve tefessüh eden bu kültürü din-i ilahinin taşıyıcılığı ayrıcalığından, hatta belki de yükünden, azade etmiştir. 

En sapa yerde zuhur etmek ve ümmiyet
Mehmet Akif Ersoy’un Efendimiz’in veladetlerini anlattığı “Bir Gece” şiiri, meselemizi bir sona bağlarken bize çok önemli ipuçları verecek:

“On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;
Halbuki kaç bin senedir, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî
Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi..”

Bir kere zuhur ettiği çöl en sapa yerdi...O kadar sapa bir yer ki, ne büyük İskender ne Romalılar o kadar aşağılara kadar inmeğe gerek dahi duymamışlardı. Öyle ki, girdikleri her yeri kendilerine benzeten greko-romen mütecavizlerinin bekaretine halel vermedikleri bir çöldür. Bu sebeple Mehmet Akif’in “en sapa yer” şeklinde tarif ettiği sahra, adeta saf olarak kalabilmiş semitik kültürün mahallidir. Adeta kader, tefessüh etmişliği sebebi ile ilahi emaneti taşıyamayacak hale gelmiş olan semitik ikizlerin birisinden bu emaneti almış; binlerce senedir üvey evlatmışçasına çölün bir tarafında kalmış ve varlığı hatıra dahi gelmemiş olan diğer kardeşe vermiştir. O kardeş ki, adeta sırf bu iş için paketi açılmadan özel olarak saklanmıştır; ilahi mesajı yorumlayacak, mülevves hale getirecek her türlü malumattan uzaktadır.

İşte o gece, kilise tarihinden yola çıkarak Efendimiz’in ümmiyetini tefekkür etmenin beni ulaştırdığı nokta budur: Hz. Muhammed ümmidir, zira Romalı olmadığı için “Barbar”dır. Ümmidir, zira helenize olmadığı için çağdaş değil; geri kalmış bir kültüre mensuptur. Ümmidir, zira devrin modası ile alakası yoktur. Bunlar aslında sadece Hz. Muhammed’in ümmiyeti değildir. Efendimiz’in yaşadığı toplum, Ehl-i Beyt’i ve Ashabı da ümmidir. İlahi vahyi, sabıkunun felsefesini, hayat tarzlarını karıştırmadan aldılar ve aktardılar. Vahye muhatap olduklarında, onu yorumlamalarını dayatacak bir felsefi geleneğe sahip değillerdi. Vahyi, vahiy olarak bir sonraki kuşağa devrederken, anladıklarını değil, duyuklarını devrettiler. Bu bakımdan Hz. Muhammed’in ümmiyeti, ashabının ümmiyetinden farksızdır diye düşündüm. Bu ümmiyetin fonksiyonu saf bir ahize olarak vahy-i ilahiyi almak, yorumlamadan aktarmaktan ibaretti. Zira, yorum mürekkep kültürlerin işidir. Mürekkep olmayanın yoruma ihtiyacı yoktur; çünki herşeyin zaten tek manası vardır. Bu tarifin ardından ümmiyet benim için tarif edilebilir bir medih halini aldı.

Sanırım modern kaygılar taşıyan günümüz Müslümanları benim bu yorumumu son derece zorlama ve akla uzak göreceklerdir. Görsünler, dert değil; ben de onları herodyen İsrail’e benzetiyorum. Peygamberimizin ümmiyetinden uzaklaşmamak için modern din yorumunu reddediyorum. Büyük bir hâhişle salat ediyorum ümmi Peygamber’e... Âline, ashâbına, ezvâcına, evlâdına, etbâına binler selam olsun...!
   






[1] Bkz. II. Vatikan Konsili Sonuç Beyannamesi, Lumen Gentium Bölümü, Madde 9; II. Vatikan Konsili Sonuç Beyannamesi, Nostre Aetate Bölümü, Madde 4
[2] Hoşea 1:6
[3] Sporschill, Georg; Der Weg des Paulus S.12; Herder (1985) Wien
[4] Stambaughö J. E.- Balch, D. L.; Die Soziale Umwelt des neuen Testamentes S. 10, Vandenhoeck&Ruprecht (1991) Göttingen
[5] Schönborn, Christoph; Existenz im Übergang S.35; Johannes Verlag, Trier
[6] Yuhanna, 2 : 13-16
[7] I. Korintliler’e Mektup, 1:22

2 yorum:

  1. Son paragrafına iştiyakla katılıyorum kıymetli kardeşim. Komplikeleşmenin meziyet addedildiği günümüzde mürteci yaftası yemek, ehlisünnet bilincine sahip kitleler açısından gurur nişanesi sayılmalı. Hürmetler, muvaffakiyetler. Dua ve muhabbetle...

    YanıtlaSil
  2. Benjamin ile çalışmak kesinlikle harikaydı. Karıma ve bana kredi sürecinde rehberlik ederken son derece açık, titiz ve sabırlıydı. Ayrıca çok zamanında davrandı ve krediyi kapatmadan önce her şeyin hazır olduğundan emin olmak için çok çalıştı.
    Benjamin, yeni evimizi satın almak için para toplamamıza yardımcı olan bir grup yatırımcı ile çalışan bir kredi görevlisidir.Uygun düşük bir oranla kredi almak istiyorsanız onunla iletişime geçebilirsiniz. 247officedept@gmail.com Veya Whatsapp Sohbet: + 1-989-394-3740

    YanıtlaSil