Dünyaca ünlü Wiener
Sängerknaben korosunun konserini uzun süredir tanıdığım bir kaplan (vekil
rahip) ile birlikte izlemiştim. Sinn-i buluğa ermemiş erkek çocuklarından
oluşan koroyu büyük keyifle izledik. Çocukların olanca ciddiyetleri ve
masumiyetleri ile seslendirdikleri eserler arasında en etkileyici olanı Stille
Nacht ilahisi idi. Kendimi kaptırmış, eseri dinlerken kulağıma eğilen
arkadaşımın “Sizde de Stille Nacht benzeri bir eser var mı?” sorusu beni
konserden koparttı ve düşünmeğe başladım. Stille Nacht... Noel ayinin olmazsa
olmazı, her dilde okunan, melodisi tüm katoliklerin kulağında olan, Hz. İsa’nın
doğumunu ve evsafını anlatan bu eserin bizde bir mukabili var mıydı? Tam olarak
bir mukabilinin olmadığı hükmüne vardım; ancak Salat-ı Ümmiye kafamı kurcalıyordu
ve hemen kestirip atamıyordum. Melodisi heryerde farklılık gösteren Salat-ı
Ümmiye, Stille Nacht’ın aksine Arapça metnin değişkenlik göstermeyişi ile müslümanlar
arasında bir lirik müştereklik tesis ediyordu. Ben Salat-ı Ümmiye hakkında
düşünmeğe koyulurken, konser berheva
oldu. Nasıl oluyordu da aslında bir tenzil anlamı taşıyan ümmiyet,
müslümanların Peygamberlerini (Sav) medhederlerken kullandıkları bir vasıf haline gelmişti? Ancak bu düşünceler
İslami literatürün ümmiyete getirdiği izahları referans almadan, Kilise Tarihi
disiplininden yola çıkarak sürdü gitti. İslami literatürde ümmiyete pek çok
mana hamledilmiş. Kimi izahta ümmiyetin manası Efendimiz’in (Sav) mucizesi
olarak anlamlandırılırken kimi izahta “Muallimi yalnız Allah olan bir zat”
oluşu vurgulanmış. Ancak ben batının teolojik malumatları ile meseleye bakarak
bir yerlere gelebileceğimi hissediyordum. Bu sebeple tüm gece bu mesele ile
hemhal oldum. Şunu ifade etmeliyim ki, bu tefekkür nihayetinde vardığım sonucun
benim için son derece keyifli mahsülatı oldu. Aşağıdaki satırlar, o gece
hatrıma gelenlerden mürekkeptir ve “Salat-ı Ümmiye aslında bu demektir” gibi
bir iddiaya sahip değildir; belki ümmiyetin vurgulanmamış bir tarafına
değinmektedir.
Semitik Kültür ve Helenizasyon
Katolik Kilisesi kuruluş günü olarak eksodus gününü, yani
Hz. Musa’nın Beni İsrail’i Mısır’dan çıkarttığı günü kabul eder. Allah
kendisine bir kavmi özel olarak seçmiş ve dinini bu kavim üzerinden tesis
etmiştir. Katolik Kilisesi ise, Hz. Mesih’in zuhurundan sonra seçilmiş kavim
olma özelliğini İsrailoğullarından devralmıştır[1].
İsrailoğulları’nın zatında kristalize olmuş olan şey yalnız semitik kültür
değil, aynı zamanda bizatihi ilahi din olarak görülmüştür. Öyle ki Kilise
Tarihi, Asurlular tarafından sürgüne mahkum kılınan İsrailoğullarının
tapınaklarını, kutsal kitaplarını, hatta kısmen dillerini kaybetmelerine
rağmen; kültürlerine sarılarak yeniden bir din inşaa ettiklerini yazar. Dini
muhafazada kültüre bu kadar merkezi bir değer atfedilmesinin en önemli sebebi,
semitik kültürü yaratan öğenin insanlar tarafından gelenek haline getirilen
ananeler olarak görülmemesinde yatar. Allah bizatihi bu kültürü yaratmış ve
şekillendirmiştir; bunu da peygamberler (Arapça peygamber anlamına gelen “Nebi”
kelimesinin karşılığı İbranice’de “Navi” dir. Kilise tarihçileri
İsrailoğulları’nın Navisiz bir dönem geçirmediklerini varsaymaktalar. Ancak
burada 'Kult Navi' kavramının göz ardı edilmemesi gerektiği gerçeği ile karşı
karşıyayız. Kult Navi için Bkz. Theologische Real Enzyklopädie
„Prophet“ maddesi) aracılığı ile
yapmıştır. İsrailoğulları, Mısır'dan Çıkış (Eksodus) hadisesi ile Hz. İsa arasında kalan ve 1250
yıl olduğu varsayılan sürede karşılaştığı tüm zorlukları bu kültür ile
aşmıştır. Ancak uzun süre saf bir şekilde muhafaza edilmiş olan bu kültür,
maruz kaldığı tahrifat ve tebeddülat ile saflığını yitirmiştir. Ahd-i Atik’in
son kitaplarından Amos ve Micha kitaplarında, bu kültürde yaşanan tahribatın
sadece kültürel bir yıkım olarak değil, aksine daha çok dini bir yıkım olarak
anlaşıldığını görmekteyiz. Amos Kitabı’nda, bu kültürel tahrifat sebebi ile
İsrailoğulları’nın geri dönülmez bir sapkınlıkta olduğuna değinilmiş ve
Allah’ın ağzından defalarca “Hala bana dönmediniz!” ikazı yapılmış. Bu
dönmemenin neticesi olarak İsrailoğulları’nın affedilmemek üzere lanetlendiği
Hoşea Kitabı’nda yer almaktadır: “ O kızın adını Lo Ruhama koy, zira ben
İsrailoğullarına artık merhamet etmeyecek ve onları bağışlamayacağım.[2]” Peki laneti celbedecek ve dönülemeyecek
seviyeye ulaşan bu sapkınlık ne ile izah edilebilir?
Oryentalizm bilimi, eski oryentalizm ve oryentalizm olarak ikiye ayrılır. Eski oryentalizm benim tarafımdan şarkın tarihi ile ilgilenen bir bilim dalı olarak anlaşılageldi. Oryentalizm de olsa olsa günümüz şarkiyat mevzularını araştıran bir bilim dalı olsa gerekti. Kazın ayağının öyle olmadığını Otto Eckart’tan öğrendim. Otto Eckart, bu hususta kendisine yönelttiğim suali şu sözlerle cevaplamıştı: “Eski oryentalizm ile oryentalizm dönemlerini birbirinden ayıran olay Büyük İskender’in doğu seferidir. Bu olay belki de insanlık tarihi açısından milat olmayı hak edecek kadar önemli bir olaydır. Büyük İskender’in öncesinde var olmuş olan ne varsa eski oryentalizme, sonrasında var olmuş olanlar ise çağdaş oryentalizme ait meselelerdir.” Doğrusu oryentalizm hakkında ihtisas sahibi olmak iddiasında olmadığım için, bu temel ve basit ayrımı bilmiyor olmak beni hiç de mahcup etmedi. Zaten Eckart da, muhatabına ala külli hal cahil muamelesi yapan Türk profesörlerden farklı bir adam olduğu için; bu konudaki cehaletimi izale etmemi gerektirecek motivasyonu sağlamadı. Halen Eckart’ın şifahi tarifi ile biliyorum bu mevzuyu. Peki Büyük İskender’in doğu seferini bu kadar önemli kılan şey ne idi? “Kültürler birbirine karıştı” şeklinde cevaplandırmıştı bu soruyu Eckart. “Fars kültürü, Mısır kültürü, İbrani kültürü gibi kadim kültürler kendilerini yaratan dinamiklerin dışına çıktılar ve kimi kısmen, kimi neredeyse tamamen helenize oldular. Artık helenizasyonun bulaşmadığı kadim kültürler neredeyse yok gibidir.” Meselenin bundan sonrasını Kilise Tarihi’nden yola çıkarak yorumlamak benim için mümkün hale geldi. Ancak verdiği bu kopyadan dolayı Eckart’a karşı derin bir medyuniyet hissettim.
Meselemizin esasına gelebilmek için bir soruyu cevaplamalıyız: Peki Büyük İskender’in doğu seferinin İsrailoğullarına ve Semitik kültüre ne gibi etkileri olmuştur?
MÖ 323’te vefat eden Büyük İskender, ardında çeşitli milletlerden oluşan, ancak her birisine bir Yunan idarecinin hümkettiği devletler bıraktı. Bu devletlerden biri de Filistin’i ve dolayısıyla Yahudileri de kapsayan helenistik devletti. Bu devletin İsrailoğulları’nın kültürel yapısını tamamen değiştirdiği üzerinde ittifak vardır. Artık Filistin’de de Helenistik şehirler kurulmuştur. Şehir, klasik Yunan şehirlerinde olduğu gibi bir Agora (Çarşı) etrafında şekillendirilmiş, agoranın idaresi demokratik seçim ile sağlanmıştır. Bu durum sadece urbanik bir değişimden ibaret kalmamış, şehirlerde cari dil İbranice ve Aramice olmaktan çıkmış ve halk Yunanca konuşmaya başlamıştır. Öyle ki, Hıristiyanlığın en büyük müeessislerinden Paulus (Saul) Tarsus’ta, kapalı bir Yahudi gettosunda doğmuş bir Yahudidir; ancak anadili Yunanca’dır. Paulus İbranice’yi ise sinagogta öğrenmek zorunda kalmıştır.[3] Genç Saul, din tahsili için Kudüs’e, Üstad Gamaliyel’e geldiği vakit kuvvetle muhtemeldir ki halen mükemmel bir ibranice bilgisine sahip değildir ve yine büyük ihtimal ile Gamaliyel ile aralarında kullandıkları dil zaman zaman Yunanca’dır. Artık bu helenleşme temayülü o kadar ileri gitmiştir ki; İbranilerin helenistik olan herşeyi üstün görmeleri, buna mukabil semitik olanı horlamaları ile neticelenmiştir. Helenistik olan muasır, semitik olan ise tutucudur. Herodyen adı verilen yeni bir dindarlık türü ortaya çıkmıştır ve semitik olan din algısı reddedilerek helenistik din algısı ortaya konmuştur. Artık İsrailoğulları yatarak yemek yiyen, helenistik gündelik yaşam normlarını tatbik eden insanlardır. Koine adı verilen ortak dil -Ki bu dil Atina Yunancası’nın biraz daha basitleştirilmiş şeklinden ibarettir- insanlar ve şehirler arasında bağ kuran dil haline gelmiştir. Koine vasıtasıyla İbrani şehirleri, kendilerini Yunanistan’a bağlayan bir aidiyet geliştirmişlerdir[4]. Filistin Kralı Herodes, tarihin gördüğü en büyük arenalardan birini inşaa ettirmiş ve “Herodes Oyunları” tertip etmiştir. Tüm bu saydıklarımızın M.Ö. 3. Yüzyıl’da, yani Hz. İsa’dan bir kaç asır önce vuku bulduğunun altını çizelim. Dolayısıyla pek çok İslami kaynakta yer alan “Roma sonrası Hıristiyanlık helenize olmuştur!” peşin kabulünün bir haklılığının olmadığını belirtmeliyim. Hz. İsa zaten son derece helenize olmuş bir toplumda, bir Roma vatandaşı olarak yaşamıştır. Bu helenize oluş din algısına da direk sirayet etmiştir. Öyle ki ilk dönem Hıristiyan teologları “Yaratılışın gayesi nedir?” sorusuna “tekamül ederek tanrı olmayı amaçlamaktır, tanrılaşmaktır. Tüm arzu edilebileceklerin nihai noktası bir tanrı olmaktır.” şeklinde cevaplandırmışlardır[5]. Hayatın merkezi haline gelen agora artık dini hayatın da merkezindedir. İbadethaneler bir çeşit Pazar yeri haline gelmiştir. Bu durum İncil’in müteaddit yerlerinde hikaye edilmektedir: "Yahudilerin pesah (fısıh) bayramı yakındı. İsa da Kudüs'e gitti. Tapınağın avlusunda sığır, koyun ve güvercin satanlar ile, bir kenarda oturmuş para bozanları gördü. Bunun üzerine ipten bir kamçı yaptı ve koyunlar ile keçileri önüne katarak hepsini kovdu; para bozanların tezgahını devirdi, paralarını döktü ve güvercin satıcılarına şöyle haykırdı:"Bunları buradan kaldırın, babamın evini pazar yerine çevirmeyin!"[6] Ahd-i cedidin bütününe bakıldığında; Hz. İsa’nın en büyük mücadelesinin, akâidî bir tashihten ziyade, yozlaşan dini yapının restorasyonu ile alakalı olduğu görülür. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, yozlaşan dini yapı, yozlaşan kültürel yapının bir parçasından ibarettir. Artık İsrailoğulları’nın dünyaya bakışı, olayları yorumlayışı bambaşkalaşmıştır. Ancak buradan İsrailoğulları’nın tam anlamıyla grekleştiklerini iddia etmek mümkün değildir. Paulus’un Korintliler’e yazdığı birinci mektupta bu durumu yorumlamamıza yardımcı olacak bilgiler vardır: “İsrailoğulları sizden delil olarak mucize isterler, Yunanlılar ise felsefeyi tercih eder.[7]” Dolayısıyla, İsrailoğulları’nın grek bir millet haline gelmemekle birlikte; grekleşmiş semitik bir topluluk haline geldikleri tesbitini yapabiliriz. Allah tarafından, kodları İsrail kültürünün içine yerleştirilmiş olan ilahi dinin İsrail tarafından yorumlanması artık bu kodların çok ötesinde unsurlar ile yapılmaktadır. Bu sebeple İsrailoğulları’nın yeni bir mesaja ilk muhatap olacak olanlar vasfını yitirmiş olduklarını iddia etmek istiyorum. Zira İsrail, herhangi bir mesajı, sadece mesajdan yola çıkarak algılayacak saflığa artık malik değildir. “Sonradan alınan her malumat, kendinden önce alınan malumatlar ile anlaşılır, onlar ile yorumlanır” kaidesi devreye girmiştir. İşte böyle bir ortamda Hz. Mesih, mesihliğini yapmış; bir devri kapamış ve tefessüh eden bu kültürü din-i ilahinin taşıyıcılığı ayrıcalığından, hatta belki de yükünden, azade etmiştir.
En sapa
yerde zuhur etmek ve ümmiyet
Mehmet Akif Ersoy’un Efendimiz’in veladetlerini anlattığı
“Bir Gece” şiiri, meselemizi bir sona bağlarken bize çok önemli ipuçları
verecek:
“On
dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan,
ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin,
o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;
Halbuki
kaç bin senedir, bekleşmedelerdi!
Nerden
görecekler? Göremezlerdi tabî
Bir
kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi..”
Bir kere zuhur ettiği çöl en sapa yerdi...O kadar sapa
bir yer ki, ne büyük İskender ne Romalılar o kadar aşağılara kadar inmeğe gerek
dahi duymamışlardı. Öyle ki, girdikleri her yeri kendilerine benzeten
greko-romen mütecavizlerinin bekaretine halel vermedikleri bir çöldür. Bu
sebeple Mehmet Akif’in “en sapa yer” şeklinde tarif ettiği sahra, adeta saf
olarak kalabilmiş semitik kültürün mahallidir. Adeta kader, tefessüh etmişliği
sebebi ile ilahi emaneti taşıyamayacak hale gelmiş olan semitik ikizlerin
birisinden bu emaneti almış; binlerce senedir üvey evlatmışçasına çölün bir
tarafında kalmış ve varlığı hatıra dahi gelmemiş olan diğer kardeşe vermiştir. O
kardeş ki, adeta sırf bu iş için paketi açılmadan özel olarak saklanmıştır; ilahi mesajı yorumlayacak, mülevves hale getirecek her türlü malumattan
uzaktadır.
İşte o gece, kilise tarihinden yola çıkarak Efendimiz’in
ümmiyetini tefekkür etmenin beni ulaştırdığı nokta budur: Hz. Muhammed ümmidir, zira
Romalı olmadığı için “Barbar”dır. Ümmidir, zira helenize olmadığı için çağdaş
değil; geri kalmış bir kültüre mensuptur. Ümmidir, zira devrin modası ile
alakası yoktur. Bunlar aslında sadece Hz. Muhammed’in ümmiyeti değildir.
Efendimiz’in yaşadığı toplum, Ehl-i Beyt’i ve Ashabı da ümmidir. İlahi
vahyi, sabıkunun felsefesini, hayat tarzlarını karıştırmadan aldılar ve
aktardılar. Vahye muhatap olduklarında, onu yorumlamalarını dayatacak bir felsefi geleneğe sahip değillerdi. Vahyi, vahiy olarak bir sonraki kuşağa devrederken, anladıklarını değil, duyuklarını devrettiler. Bu bakımdan Hz. Muhammed’in ümmiyeti, ashabının ümmiyetinden
farksızdır diye düşündüm. Bu ümmiyetin fonksiyonu saf bir ahize olarak vahy-i
ilahiyi almak, yorumlamadan aktarmaktan ibaretti. Zira, yorum mürekkep kültürlerin işidir.
Mürekkep olmayanın yoruma ihtiyacı yoktur; çünki herşeyin zaten tek manası
vardır. Bu tarifin ardından ümmiyet benim için tarif edilebilir bir medih halini aldı.
Sanırım modern kaygılar taşıyan günümüz Müslümanları
benim bu yorumumu son derece zorlama ve akla uzak göreceklerdir. Görsünler, dert değil; ben
de onları herodyen İsrail’e benzetiyorum. Peygamberimizin ümmiyetinden
uzaklaşmamak için modern din yorumunu reddediyorum. Büyük bir hâhişle salat
ediyorum ümmi Peygamber’e... Âline, ashâbına, ezvâcına, evlâdına, etbâına binler selam olsun...!
[1]
Bkz. II. Vatikan Konsili Sonuç
Beyannamesi, Lumen Gentium Bölümü, Madde 9; II. Vatikan Konsili Sonuç
Beyannamesi, Nostre Aetate Bölümü, Madde 4
[2] Hoşea 1:6
[3] Sporschill, Georg; Der Weg des Paulus
S.12; Herder (1985) Wien
[4] Stambaughö J. E.- Balch, D. L.; Die
Soziale Umwelt des neuen Testamentes S. 10, Vandenhoeck&Ruprecht (1991)
Göttingen
[5] Schönborn, Christoph; Existenz im Übergang
S.35; Johannes Verlag, Trier
[6] Yuhanna, 2 : 13-16
[7] I.
Korintliler’e Mektup, 1:22
Son paragrafına iştiyakla katılıyorum kıymetli kardeşim. Komplikeleşmenin meziyet addedildiği günümüzde mürteci yaftası yemek, ehlisünnet bilincine sahip kitleler açısından gurur nişanesi sayılmalı. Hürmetler, muvaffakiyetler. Dua ve muhabbetle...
YanıtlaSilBenjamin ile çalışmak kesinlikle harikaydı. Karıma ve bana kredi sürecinde rehberlik ederken son derece açık, titiz ve sabırlıydı. Ayrıca çok zamanında davrandı ve krediyi kapatmadan önce her şeyin hazır olduğundan emin olmak için çok çalıştı.
YanıtlaSilBenjamin, yeni evimizi satın almak için para toplamamıza yardımcı olan bir grup yatırımcı ile çalışan bir kredi görevlisidir.Uygun düşük bir oranla kredi almak istiyorsanız onunla iletişime geçebilirsiniz. 247officedept@gmail.com Veya Whatsapp Sohbet: + 1-989-394-3740