Translate

19 Ocak 2014 Pazar

Jacotot Abi

Son günlerde sürüp giden cemaat tartışmaları çok bilinen bir gerçek ile bir kez daha yüzyüze gelmemizi sağladı: Cemaatinin her türlü kusurunu müdafaa etmek ve yok farzetmek; ülkemizde cemaat müntesibi olmanın bir hassasıdır. Bu tavrın hangi refleksin sonucu olduğunu düşünmek, aslında cemaatlerin yapısal analizini yapmaktan başka bir anlama gelmiyor. Ülkemizdeki cemaatlerin bir takım farklılıklarla birlikte paralel karakteristikler arzetmekte olduğu muhakkaktır. Sözkonusu cemaatler içinde şüphesiz tarihi arka planı ve karizması ile cemaatlerin genel karakteristiğini şekillendiren cemaat Nurculuk hareketi olarak dikkat çekmekte. Nurculuk, sirayet ettiği cemaatlerin yapısını derinden etkilemiş ve bu yapılara kendi karakteristiğini bir şablon olarak sunmuştur. Aşağıdaki yazı, Nurculuk hareketinden yola çıkarak cemaatlerin genel karakteristiği üzerine kaleme alınmış bir yazıdır ve cemaat karakteristiğinin sahip olduğu pek çok açıdan bir açıyı yorumlamaya çalışmaktadır.     

Joseph Jacotot, 19 yaşında genç bir öğretmen olarak Fransız İhtilali’nin meydana getirdiği heyecan atmosferine katılmış ve ihtilalin imkanlarından faydalanarak önemli mevkilere gelmişti. Genç bir adam iken ihtilalin önünde açtığı ikbal kapıları, Bourbon’ların tekrar iktidara gelerek, krallığı kurmaları ile ardına kadar kapanmış;  Jacotot, Hollanda Krallığı’nda sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştı. 1818 yılında, ellisine merdiven dayamış bir adam olarak Leuven Üniversitesi’nde ders vermeye başlayan Jacotot’ya ilgi büyüktü. Sadece Leuven’in Fransız azınlığından değil; Felemenk kısmından gelen öğrenciler de Jacotot’yu büyük bir heyecan ile takip ediyorlardı. Ancak bir sorun vardı: Ne Jacotot Felemenkçe biliyordu, ne de Felemenkler Fransızca. Buna rağmen Jacotot’nun karizması felemenk talebeleri hiç anlamadıkları bir derse çekmekteydi. Jacotot bu sorun ile boğuşarak derslerini sürdürdü. Jacotot ile öğrencileri arasında uzunca bir süre herhangi bir bilgi aktarımı meydana gelmedi. Ancak Jacotot hoca, öğrencileri de öğrenciler olarak sınıfta kendilerine düşen görevi yerine getirdiler ve formel ders disiplinin dışına çıkmadılar. 

Jacotot’nun bu sorun karşısında ne gibi çözüm yolları aradığı ve nasıl bir sonuca ulaştığı bu yazının ebatlarını aşacak kadar uzun bir hikaye. Ancak Jacotot’nun hikayesini “Le Maître ignorant“ (Cahil Üstad) isimli eserinde yorumlayan Jacques Ranciere’in yorumları bizim için son derece önemli. Ranciere, aralarında en temel vasıta olan lisan bağlantısı olmayan öğretmen ve öğrencilerin ilişkisini bir hegemonya ilişkisi şeklinde yorumluyor ve mealen diyor ki “Aslında bir öğretmen ve öğrenci ilişkisini tesis etmenin öncelikli şartı, bir grubun kendisinden daha fazla şey bilen bir öğretmenin önderliğine tabi olması değildir. Burada bilginin rol oynamadığı açıktır. Önemli olan bir hegemonyanın tesisi ve bu hegemonyanın iki tarafında yer alan; rehber ve bu rehberliğe tabi olacak tarafların meydana getirilmesidir. Bu ilişkiyi tesis ettiğiniz taktirde bir cahil dahi, alimlerden oluşan bir gruba öğretmenlik yapabilir.”

Bir gruba rehberlikte bulunmayı hegemonya ilişkisi ile yorumlamak, şüphesiz Ranciere’in neomarksist bakış açısı ile ilişkilendirilebilir. Geleneksel marksist düşüncenin beşeri münasabetleri sınıf ayrılığı temelinde değerlendirmesi Ranciere’i böyle bir değerlendirmeye sevketmiş olabilir. Marksist düşünce kalıplarının Risale-i Nur ve Müellifi’nin öncelikli tenkid hedefleri arasında yer alması, şüphesiz Risale-i Nur hareketine bu tarzda eleştirel bir yaklaşım ile bakmamızı zorlaştırıyor. Buna rağmen hegemonya temelli bir cemaat okumasının günümüz Risale-i Nur hareketinin reflekslerini yorumlama adına son derece önemli olduğu kanaatindeyim.

Gramsci’nin “Hegemonya” tarifi pek çoklarımızca maruftur ve hegemonya altına giren kitlenin bu noktada istek sahibi olması esasına dayanır. Hegemonya’nın hüküm sürdüğü yerde, baskıdan ziyade ikna etmek ve ikna olan kitleye belli davranış kalıplarını, ideal kalıplar olarak sunmak hegemonyanın bir karakteristiğidir. Hegemonyal yönlendirmeye tabi tutulan kimse için, kendisine ideal olarak tanıtılan hedefe doğru koşması sadece bir imaya bakar. Zira kişi, hegemonyal yapı içinde kendisinin nakıs olduğuna ve doğru olanın kendisine örnek teşkil eden kimse olduğuna o kadar inanmış olacaktır ki; sözkonusu hedefle tanışmasının ardından mevcut durumunu bu hedefe kıyasla değerlendirmekten geri durmayacaktır.

Bediüzzaman’ın herhangi bir hegemonyal yönlendirme çabasına karşı nasıl bir reaksiyon vereceğini kestirmek hiç de güç değil. Bulunduğu sosyal konum göz önünde bulundurulduğunda; Bediüzzaman’ın, beşeri münasebet kalıpları ile arası bu kadar açık bir çağdaşı daha yoktur diye tahmin ediyorum. Beşeri kalıplarla mukayyed olmayı bu kadar şiddetle reddeden bir kimsenin hegemonyal yönlendirmeye tabi tutulması düşünülemez. Buna rağmen Nurculuk hareketinin tarihine baktığımız zaman karşılaştığımız gerçek, Bediüzzaman’ın talebelerinin, üstadları kadar müstağni yaşamayışları ile Bediüzzaman’ın içine girmekten içtinab ettiği bazı kalıpların içine girmiş oldukları; bazılarını ise bizzat bu tarzda kalıplar tesis ettikleridir. Tarihsel gelişimi içinde Risale-i Nur hareketinin, Bediüzzaman tarafından vahid-i kıyasi şeklinde tarif edilebilecek bir müesseseyi ortaya çıkarttığını söylemek mümkündür. Abilik müessesesi olarak adlandırılabilecek bu müessese için “bir vahid-i kıyasidir” dememiz Risale-i Nur jargonuna ters düşmeyecektir. Zira esas itibariyle var olmayan bir müessesenin, fonksiyonel olarak -hendesedeki farazi hatlar gibi- hareketin merkezinde varmış gibi yorumlanması bu iddiamızı destekler mahiyettedir. O kadar ki, abiler bir takım değerlendirmelerin yapılabilmesi için sıklıkla bir meşruiyet kaynağı olarak görülmekte. Kendilerinden yola çıkarak kıyas yapıldığı göz önünde bulundurulursa, sözkonusu abilerin hakikaten bir vahid-i kıyasi kisvesine bürünmekte oldukları söylenebilir. Risale-i Nur hareketlerinde davranış kalıplarına ek olarak, giyim kuşam, dilin kullanımı gibi karakteristikler bu abilerden yola çıkarak meydana getirilmekte ve bu karakteristikler ideal olarak sunulmakta. Oluşan bu karakteristik, artık yapının alamet-i farikasıdır ve karakteristiğe ilham sağlayan abiler indirekt olarak yapının vucut bulmuş halidir. Kişinin bu harekete ne kadar uyum sağladığını belirleyen en önemli mikyas, bu karakteristiğe ne oranda uyduğu ve bu karakteristikten ne kadar az sapma gösterdiğine bağlıdır. Bu bakımdan hegemonyanın Risale-i Nur hareketi içinde bir şekilde tesis edilmediğini söylemek oldukça güçtür. Hegemonyal yapının kendisini en yoğun olarak hissettirdiği Risale-i Nur hareketleri ise; yönlendiricilerin daha hasbi ve aynı sınıftan olmayı tarif eden bir tavsif olan“abi” yerine, daha mesafeli ve farklı sınıflarda bulunulduğu hissini uyandıran “hoca” olarak adlandırıldıkları yapılar olarak karşımıza çıkıyor.

Elhakku ya’lu vela yu’la aleyh düsturunu “Hakkın hatrı alidir, hiçbir hatra feda edilemez” şeklinde tercüme eden Bediüzzaman’ın, takipçileri için bu hegemonyal yapıyı hedeflediğini söylemek son derece zor. Esasen hayatını gözardı etsek bile, bu prensibe verdiği önemden yola çıkarak Bediüzzaman’ın hegemonya ile arasının hoş olamayacağı sonucuna ulaşabiliriz. Zira hakikat, zatından kaynaklanan bir meşruiyete sahip iken; hegemonyal yapıda meşruiyet, hegemonyanın üst tarafında yer alan yapının yorumları ile kendisine yol bulabilmekte. Hegemonyanın tesis edilmesi ile birlikte, bizatihi bir meşruiyet kaynağı olan hakikat ile hakikat talibinin arasına lejitimasyon kaynakları girmekte. Risale-i Nur hareketi özelinde bu durumun iki önemli sonucunu gözlemlemek mümkün:
·         Risale-i Nur hareketinin hegemonya temelinde kurumsallaşması ve esas itibariyle eser kaynaklı olmayan davranış ve dış görünüş kalıparının ortaya çıkması.
·         Harekete dahil olan fertlerin eser ve eserlerden çıkartılabilecek hakikatler ile arasındaki direk ilişkinin bir şekilde kesilmesi ve araya kurumsal kalıpların sokulması. 

Jacotot ve talebeleri arasındaki ilişki türü, Jacotot’nun ilk etapta anlaşılmasa dahi; bir figür olarak hegemonyal yapının başında bulunmasını ve üstad olarak yorumlanmasını beraberinde getirmişti. Jacotot hiç bir şey veremediği talebelerini gözlemleyerek, kişinin kendi çıkarımlarına itimad etmemesinin bir “nivellement” (aptallaştırma) ile sonuçlanacağı sonucuna varmış ve aslında hegemonyal bir fonksiyondan başka bir şey olmayan bir eğitmen rolünün kişiyi yönlendirmeye başladığı anda maksada aykırı bir mahiyet kazandığına hükmetmişti. Jacotot’nun vardığı sonuç şüphesiz Risale-i Nur’u anlama gayreti içinde bulunan pek çokları için bir örnek teşkil etmekte. Hegemonyanın meydana getirdiği yorumlama kalıpları içinde te’vil edilen bir eserin tam olarak yorumlanabildiğini ve bir “nivellement” ile sonuçlanmadığını iddia etmek, ancak hüsn-ü zan ile açıklanabilir. Abi olarak adlandırılan ve meşruiyet kaynağı olarak kendilerinden sık sık alıntılar yapılan kimselerin, Ranciere’in ifadesi ile “hakikati okuyandan daha fazla bilmesinin gerekmediği” bir yerde, Risale-i Nur’un hedeflenen şekilde hakikat merkezli bir bakış açısı ile okunmasını mümkün olabilir mi? Şu halde Risale-i Nur’un yorumlanması, vahid-i kıyasi olarak ortaya çıkmış yapının selameti için ikinci planda tutulmakta ve sözkonusu yapı primer, Risale-i Nur sekunder bir pozisyon almaktadır.

Bu durum, kendilerini Risale-i Nur’a isnad eden kurumsallaşmış cemaat yapıları değerlendirilirken daha da önem kazanmakta. Hegemonyal bir ilişki biçimi ile açıkladığımız müesses yapının temsilcilerinin, söylediklerinin içeriğine bakılmaksızın, yapı kaynaklı bir meşruiyet ile kabul görmekte olduğunu söylediğimiz anda; bu abilerin aslında Jacotot’un Leaven Üniversitesi’ndeki fonksiyonundan başka bir fonksiyona sahip olmadıklarını söylemiş oluyoruz. Esasen eser içeriğinin hesaba katılmaması çoğu zaman rahatlatıcı bir durum olarak karşımıza çıkabilmekte. Zira sözkonusu abilerin (hocaların) söylemleri, Risale-i Nur’un düsturları ile çelişki arzettiklerinde, yapısal meşruiyetin bir sonucu olarak, yol müntesibi söz konusu zata hüsn-ü zan ile bakmak ve “aslında onu kastetmediği” yorumunu yapmak zorunda bırakılmakta. Eserin içeriği ile yorumlaması arasına abilerinin devirdiği çamlar sıkışan bu kimsenin, vicdan muhasebeleri ve kendisini ikna süreçleri yaşarken bir “nivellement”ya maruz kalmadığını iddia edebilir miyiz? Böyle bir dualite ile karşı karşıya kalan kimse için bu yükten kurtulmanın ve söz konusu sıkıntıyı aşmanın çaresi, iki ihtimalden birisini seçerek yoluna devam etmekte yatacaktır: Ya kendi çıkarımından yola çıkarak özgür bir fert olacak ve hakikaten tatmin olacağı bir cevabı seçecek; yahut Bediüzzaman’ın zihni tenvim etmek dediği şeyi yapacak, kendi huzuru, yapının selameti için hegemonyal bir ikna aygıtına dönüştürülen hüsn-ü zan ile yaklaşacak ve meseleyi kapatacaktır. Böylelikle sözkonusu abiler, hegemonyal ilişki biçiminin tabi bir neticesi olarak, artık meşruiyetini Risale-i Nur’dan alan bir kurumun temsilcileri olmanın çok ötesinde bir yere konumlanmışlardır. Zira Risale-i nur ile abiler arasında meydana gelen diskrepans bir kez abiler lehine bozulmuştur. Öyle ki, belki Risale-i Nur çoğunlukla meşruiyetini bu abilerin tasdiklerinden ve mübalağalarından alır bir pozisyona indirgenmiştir. Şu halde aslında bu abilerin şu veya bu söylemlerde bulunmalarının herhangi bir önemi yoktur. İçerik ve mana derinliği, yapının var olması için feda edilmek durumundadır. Yapı içinde Jacotot benzeri bir abi vardır-hatta olmalıdır- ve bu abiye tebaiyet eden bir kitle vardır. Bu esasen hegemonyal ilişki türünün bir hassa-i lazımesinden başka birşey değildir. Bu sebepten ötürüdür ki bir kimsenin bir kereye mahsus ve yanlışlıkla dahi olsa “abi” sıfatı ile tavsifi, onu bu dağılımda bir üst sınıfa taşımaya yetecektir.

Gramsci hegemonyayı tarif ederken, bu yönlendirme türünün bir süre sonra alışkanlık haline geldiğinin ve hegemonyanın kendisini yenilediğinin altını çizer. Bu sebeple yenilenen hegemonyal algıda abinin kim olduğunun artık bir önemi kalmayacaktır. Bir vahid-i kıyasiden ibaret bir müessese, bir süre sonra kemikleşerek, kişilere lejitimasyon sağlayan bir kaynak haline gelince; bu meşruiyete mazhar olan kimse bizzat bir meşruiyet kaynağı haline gelecektir. Bu somut meşruiyet kaynaklarının selameti uğruna, pek çokları için soyut bir varlıktan ibaret olan hakikatten ödün vermek ise kaçınılmaz hale gelecektir. Yukarıda bulunduğumuz iddiayı yineleyecek olursak; hegemonyal yapının hatrı için, hatrı ali olan ve hiç bir hatra feda edilemeyecek olan hakkın hatrı haleldar edilecektir. 


Jacotot’dan yola çıkarak yorumlamaya çalıştığım dönüşüm artık algılarımızı zorlar boyutlara ulaştı. Bu bakımdan, Risale-i Nur camiasına mensup bir yerde, bir gün, bir Jacotot abi ile tanışmak benim için bir sürpriz olmayacak. Jacotot, Leuven Üniversitesi’nde de barınamayıp bir şekilde Türkiye’ye gelse; bu yapının içinde Jacotot abi olarak tanınmasını sağlayacak bir bıyıktan başka neye ihtiyaç duyacaktı ki? Eser merkezli bir hareketin, şahıs merkezli bir harekete transforme oluşununun zararları, öyle görülüyor ki ancak bir Jacotot abi zuhur edince anlaşılacak. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder